Laik ve Kemalist rejim okullarda din eğitimini ortadan kaldırma çabalarına 1924 tarihinden itibaren başlamış ve kademeli olarak bir dizi kanun ve kararname ile din eğitimine yasak getirmiştir. Din eğitimine en büyük darbeyi de 1928 yılında yapmış olduğu harf inkilâbı ile gerçekleştirmiştir. Bununla da yetinilmeyerek dini sembollerden olan şeair-i İslamiyeye karşı savaş başlatılmıştır. İlk olarak dinde reform adı altında aslı Arapça olan Kur’an ve ezanın Türkçeleştirilme faaliyetlerine başlanmıştır. İşin garip tarafı bu işleri çevirenler, talimat verenler hep perde arkasında kalmayı tercih etmişlerdir.
20 Ocak 1932 tarihinde Mustafa Kamâl, Hafız Yaşar Okur’a Cuma günü Yerebatan Camiinde Türkçe Kur’ân-ı Kerim okumasını emreder. Konunun takibi içinde Reşit Galip ile Kılıç Ali’ye talimat verir. 22 Ocak 1932 tarihinde Hafız Yaşar kürsüye çıkarak Yasin suresinin Türkçe tercümesini cemaate rast makamı ile okur. 29 Ocak 1929’da ise Meclis Başkanı Kazım Özalp’in katılımı ile Sultanahmet Camii’nde Türkçe tercümeli Kur’an okutulur. Aynı gün millet bir şok daha geçirerek Fatih Camii’nin minarelerinden Hafız Rıfat tarafından Türkçe ezanı duyar.
O günün akşamında da Hafız Yaşar’ı çağıran Mustafa Kamâl, aynı merasimin Kadir gecesinde Ayasofya Camii’nde de yapılmasını emreder. 3 Şubat 1932 tarihinde Kadir gecesinde gerçekleştirilen bu programda da ilk olarak Türkçe kamet getirilir ve radyodan canlı olarak yayınlanır. Ertesi gün sıra Türkçe hutbeye gelmiştir. Bu görev de Sadettin Kaynak’a verilir. Sadettin Kaynak sarık ve cübbe olmadan frak takarak başı açık olarak çıktığı minberde hutbeyi okur. Mustafa Kamâl bizzat kendi talimatıyla gerçekleştirilen bu merasimlerin hiç birine iştirak etmez; fakat arkasından yapılanları takip ettirir.
Şeair-i İslamiyeyi tağyir planı 18 Temmuz 1932 tarihinde yayınlanan ve takip eden diğer tamimlerden sonra kısa sürede bütün yurt sathına yayılır. Artık camilerde ezan, kametin ve selaların Arapça aslı ile okunması kesinlikle yasaklanmıştır. Bu uygulamaya karşı gelenler ise idam dahil en şiddetli cezalarla karşılaşacaklardı.
Şear-i islamiyeyi yok etme faaliyetleri başlatıldığında Bediüzzaman Said Nursi 1932 yılında Barla’da sürgünde bulunuyordu. Başta Kur’an’ın tercümesinin mümkün olamayacağını, tercümenin Kur’an’ın yerini ve sevabını veremeyeceğini ve bu tercümenin Kur’an yerine camilerde okutulamayacağını, aynı şekilde Ezan, kamet ve hutbenin de Türkçe olarak okutulmasının İslam’a bir cinayet ve dehşetli bir suikast olduğunu ifade eder. Mektubat adlı eserinin Yirmi Dokuzuncu Mektubunun başında Kur’an tercümesinin mümkün olamayacağını, Şeair-i İslamiye’nin umumi bir hak ve hukuk olduğunu ve ezanın sadece insanları namaza çağırmak için okunmadığını, ezanın kâinat sarayında mevcudata karşı umum mahlûkat namına bir ilan-ı tevhid olduğunu ilmi delillerle izah ve ispat eder.
Bediüzzaman Said Nursi ibadet dilinin ve sembollerinin Türkçeleştirilmesi konusunda yapılan bu planların nerden kaynaklandığı konusuna da bu ifadeleri ile açıklık getirir.
"Bundan on iki sene evvel (Bu risalenin telifinden on iki sene evvel. 1932) işittim ki, en dehşetli ve muannid bir zındık, Kur’an’a karşı suikastını, tercümesiyle yapmaya başlamış ve demiş ki: "Kur'ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin." Yani, lüzumsuz tekraratı herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş:"
"Fakat Risale-i Nur'un cerh edilmez hüccetleri kat'î ispat etmiş ki, Kur'ân'ın hakikî tercümesi kabil değil ve lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî yerinde Kur'ân'ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisan muhafaza edemez ve her bir harfi, on adetten bine kadar sevap veren kelimât-ı Kur'âniyenin mucizâne ve cemiyetli tabirlerinin yerini, beşerin âdi ve cüz'î tercümeleri tutamaz, onun yerinde camilerde okunmaz diye, Risale-i Nur her tarafta intişarıyla o dehşetli plânı akîm bıraktı. Fakat o zındıktan ders alan münafıklar, yine şeytan hesabına Kur'ân güneşini üflemekle söndürmeye ahmak çocuklar gibi ahmakane ve divanecesine çalışmaları sebebiyle, bana gayet sıkı ve sıkıcı ve sıkıntılı bir hâlette bu Onuncu Mesele yazdırıldı tahmin ediyorum. Başkalarıyla görüşemediğim için hakikat-ı hali bilmiyorum."(1)
1950 yılına gelindiğinde dini baskılardan bunalan millet Demokrat Parti’yi iktidara getirir. Bu sayede 18 senedir ezanın aslına hasret kalan milletin isteği olur. Ezan hürriyetine kavuşur. Daha sonraki dönemlerde de din eğitimi tekrar okullarda verilmeye başlanır.
Hiç şüphesiz bu manevi kazanımların arka planında, Bediüzzaman Said Nursi ve talebelerinin istibdat dönemlerindeki tavizsiz hizmetleri ve dik duruşları bulunmaktadır.
KAYNAKLAR
1-Asa-yı Musa Sh.81 Onuncu Mesele