Kur’an’ın ifade kudreti, kelamdan anlayan herkesin tadacağı bir keyfiyet değildir. Necip Fazıl, Mehmet Akif, Shakespeare büyük şairdirler, hatta Shakespeare İngiliz edebiyatında o kadar çok yorumlanmıştır ki münhasıran Shakespeare yorumcuları vardır. Zola, Balzac ve Diskens‘in eserleri üzerinde büyük yorumlar ve kitaplar yazılmıştır. Bediüzzaman Kur’an’ın insanı özellikle ifadedeki şaşırtıcılığını anladığımız kadarıyla bize hissettirmeye çalışır.
Ben Necip Fazıl’la ilgili bir kitap yazdım. Dev ve Dahi diye. Bu ülkede o kitabı kimse yazamaz, dışarda da yazamaz davet ediyorum gelsinler, tartışalım ama bizim ülkemizde böyle bir sanat sempozyumu yok ki yüzeysel. Kitabı Avrupa’dan istediler kitabevi kanalıyla beş adet gönderdim. Türkiye’de bir profesör arkadaşa gönderdim yüz kadar, bir yıl sonra kitaplar bana döndü, iyi ki de dönmüş çünkü bitmişti. Geçen yine bir vesile kitabımı okumuş, kitabı tartacak bir karihası yok çünkü benim mesela NFK‘nın dehası bahsi, melankolisi ve imaj cümlelerini aylarca taradım ortaya çıkardım. Bana cümlelerdeki gördüklerini anlatıyor. Halide Edip bile çok imla yanlışları yapmış ama düzeltmemiş hatta büyük yazarlar Balzac bile. Ağırıma gitti Allah’ım hiç mi bu bizim garibanlardan kültür düzeyi yüksek, eleştiri kabiliyeti olağanüstü değil olağan insan çıkmayacak? Çıkmaz hiç zorlama. Mezar taşıma “seni anlamadık mezara tıktık” diye yazsınlar. Bir Fransız demiş “Allah’ım ben düşmanlarımla mücadele ederim sen beni dostlarımdan koru.”
“Kısa birkaç cümleyle Tufan hadise-i azîmesini netâiciyle öyle îcazkârâne ve mucizâne beyan ediyor ki, çok ehl-i belâğati, belâğatine secde ettirmiş.”
Belagat yani sözün kudretini, sıfatların, diğer dilbilgisi unsurlarının kullanışını takib etmek ve anlamak ve hepsinden önemlisi bunları zevketmek herkese has bir durum değildir. Kur’an bir çok vakayı anlatırken bu mucizane yani insanı şaşırtan acze düşüren durumları keyfiyetleri anlatır. Bize anlarsınız demiyor ama Tufan hadisesindeki anlatımlarda mucizane ve icazkarane ifadelere belagat ilminde uzman kişiler yani Bediüzzaman “çok ehli belagatı secde ettirmiş” diyor. Bunları biliyor ama makam kaldırmadığından bize anlatmıyor. Necip Fazıl dehadır evet doğru ama kimse onun dehasını ölçemez. Ben Arieti diye bir psikanalistin deha konusundaki araştırmalarını okudum. Sonra bir İtalyanın Deha diye bir kitabını okudum. Daha başka şeyler de var ve şiirlerindeki imajlarda yüzlerce kelimede tekrara düşmemiş hep farklı imajlar üretmiş. Ben deha olduğuna müberhen karar verdim, öyledir. Ahirette alnımdan öper, çünkü “beni kimsecikler anlamaz zaten sen öp seccadem“ diyor, beni sen anladım köhne yazar diyebilir.
Değil büyük belagat ehli sıradan insanlar dahi Kur’an‘ın belagatına secde etmişler. Üstad nakleder:
”Hem bedevî bir edip “fesda bima tömer” âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona dediler: "Sen Müslüman mı oldun?" O dedi: "Hayır, ben bu âyetin belâğatine secde ettim."
Keşke biz de o muhteşem kitabımızın belagatını hissedip de secdeye kapansaydık, bir daha kalkmasaydık.
Bediüzzaman, Prens Bismarktan örnekler verir. O muhterem Zat Kur’an‘ı ve Peygamberimizi (asm) sitayişkar şekilde över.
“Ama tarihe düşmüş birkaç paragraf var ki bu bulanık zihinlerin göremediği ışığı olanca güzelliğiyle yansıtmayı başarıyor. Vefatı 1898 yılına rastlayan Alman devlet adamı Prens Bismarck’ın, Kur'an ve Efendimiz s.a.v. hakkında söyledikleri buna güzel bir örnek:
"Ben sana çağdaş olamadığımdan müteessirim, Ya Muhammed!
"Muhtelif devirlerde insanları idare etmek için Allah tarafından gönderildiği söylenen bütün indirilmiş ve semâvî kitapları tam ve etraflı surette tetkik ettimse de hiçbirinde bir hikmet ve isabet göremedim. Bu kanunlar, değil bir cemiyeti, bir hane halkının saadetini bile temin edecek mahiyetten pek uzaktır.
Lâkin Müslümanların Kur'an'ı bu kayıttan âzâdedir. Ben, Kur'an'ı her cihetten tetkik ettim. Her kelimesinde büyük hikmetler gördüm. Müslümanların düşmanları, bu kitabın Muhammed'in sözü olduğunu iddia ediyorlarsa da, en mükemmel ve hatta mütekâmil bir dimağdan böyle hârikanın doğacağını iddia etmek, hakikatlara göz yumup kin ve garaza âlet olmak mânâsını ifade eder ki, bu da ilim ve hikmetle bağdaşmaz."
"Ben şunu iddia ediyorum ki, Muhammed mümtaz bir kuvvettir. Kudret elinin böyle ikinci bir vücudu imkân sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır."
"Ben sana çağdaş olamadığımdan müteessirim, Ya Muhammed! Öğreticisi ve nâşiri olduğun bu Kitap, senin değildir. O, İlâhî'dir, O'nun ilâhî olduğunu inkar etmek, mevzu ilimlerin batıl olduklarını iddia etmek kadar gülünçtür. Bunun için insanlık senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra görmeyecektir. Ben sevgi dolu huzurunda derin bir hürmetle eğilirim.''
Aşağıdaki cümleler de Bediüzzaman’ın nakilleri:
“Bir asır evvel dünyanın en akıllı ve en müdakkiki ve filozofu ve saltanatlı hakimi telakki edilen ve kendi Hıristiyan iken bütün eski dinleri ve kitapları hiçe indiren, belki inkar etmek cüretini gösteren, gayet enaniyetli ve şöhretli olan Prens Bismarck’ın Kur’ân-ı Hakimin önünde kendi imzasıyla ve bütün kuvvetiyle tasdikkarane secde etmesini yazan ve inat ve enaniyetini ve dinsizliğini bırakıp Kur’ân a teslim olduğunu aleme ilan ettiğini…”
Kuran’ı Azimüşşan da kendine inanan müminlerdeki secde izlerini birinci elden anlatır:
“Sen onların rükû ve secde ettiklerini görürsün. Onlar Allah’ın lûtfunu ve rızasını ararlar. Yüzlerinde ise secde izi vardır. Onların Tevrat’taki vasıfları budur. İncil’deki vasıfları ise şöyledir: Onlar filizini çıkarmış, sonra git gide kuvvet bulmuş, kalınlaşmış ve gövdesi üzerinde yükselmiş bir ekine benzer ki, ekincilerin pek hoşuna gider. Allah’ın onları böylece çoğaltıp kuvvetlendirmesi, kâfirleri öfkeye boğmak içindir. Onlardan iman eden ve güzel işler yapanlara Allah mağfiret ve büyük bir mükâfat vaad etmiştir." (Fetih Sûresi, 48:27-29.)
Yine Bediüzzaman Kur’an’ın belagatına secde edenleri anlatırken aşağıdaki cümleleri de nakleder:
“O ayrı ayrı hikmetleri, nükteleri, gayeleri ifade eden tekrarlı kelamlar, yalnız ibarece, lafızca birbirine benzedikleri için tekrar zannedilir. Hatta kıssa-i Musa, çok meziyetleri ve hikmetleri müştemildir. Her makamda o makama münasip bir vecihle zikredilmesi, ayn-ı belagattir. Evet, Kur’an-ı Azimüşşan, o kıssa-i meşhureyi, gümüş iken, yed-i beyzasına alarak altın şekline ifrağıyla öyle bir nakş-ı belagate mazhar etmiştir ki, bütün ehl-i belagat, onun belagatine hayran olmuşlar, secdeye varmışlardır.”
Secde edenlerden biri Hazreti Cebrail’dir (as). Öyle ki Peygamberimiz (asm) ilk gördüğünde bir kanadı bulutları, dağları kapatan bu azametli şahıstan etkilenmiştir. Ona karındaşım der. Vefatında Azrail ve Cebrail birlikte gelirler ikisi de siyahlar giyinmiştir, artık vahyin gelmeyeceğine üzüldüklerinden karalar giymişlerdir. Peygamberimiz “Neden karındaşım karalar giyinmişler“ der. Miraçta ve vahyin gelişindeki levhalara dayansın diye kaç kere melekler tarafından ameliyat edilmiş, biri küçükken Halime Hanım’ın yanında iken.
“Nasıl ki Hazret-i Cebrâil Aleyhisselâm, bir vakitte Dıhye suretinde Sahabeler içinde göründüğü dakikada, binler yerde başka suretlerde ve Arş-ı Âzam önünde, şarktan garba kadar geniş ve muhteşem kanatlarıyla secde ediyordu. Her yerde, o yerin kabiliyetine göre temessülü varmış; bir anda binler yerde bulunuyormuş.”
Bu aşağıdaki metin de Lailaheillallah ile Muhammedür Resulullah kelamı kudsileri arasındaki farkı yine secde kelimesiyle izah eder, zihni yeten anlasın. İkisinin mukayesesini birini namazdaki secdeye diğerini miracdaki secdeye benzetir, helal olsun sana meani-i mukaddese sarrafı, elimizden tut.
”Bu sırra binaendir ki; "Muhammedun Resulullah" imânın mizan ve terazisinde "Lailaheillallah" ile karîn ve muvazi olmuştur. Nübüvvet, sıfât-ı rububiyete nâzır ve mazhar olduğundan, umumî bir câmiiyete mâliktir. Velâyet ise, hususî ve cüz’îdir. Aralarındaki nispet "Rabbül alemin" ile "Rabbi" arasındaki nispet gibidir ki, birisinde izafe umumîdir, ötekisinde hususidir. Veya arzdan Arşa olan miracla secdedeki miraç arasında veya Arşla kalb arasındaki nispet gibidir.”