Lise yıllarından beri ilgilendiğimiz ve ayrıca ailece görüştüğümüz, şimdi hukukçu bir kardeşimiz bazı konularda istişare için ziyaretimize geldi. Nurları da okumaya çalışan bu kardeşimiz, girdiği zorlu bir sınav vesilesiyle, içinde bulunduğu hâlet-i ruhiye ve sonrasını anlatırken, çok heyecanlandı ve duygulandı.
Ben onu şevklendirmek ve ikaz için "Gayret bizden, netice Allah'tandır." diyor ve vazifemizi hatırlatıyordum. Bunu, hizmetler için konuşurken de "Sefer bizden, netice Allah'tan." diye de özetlerdik. Bu kardeşimiz, iki oturumlu sınavdan birinci oturuma girince, hem soruların değişikliği hem de tam yetişememesi karşısında, tam bir ümitsizlik hâli yaşıyor. Sonuçta kendinde ikinci oturuma girmeme meyli, kanaati beliriyor. Bu sefer de bir sene çalışması boşa gideceği aklına geliyor. Tam ızdırarî bir hâl yaşayınca, Allah'a halis bir iltica, dua, sığınma, arz-ı hal etme gerçekleşiyor. Buradan aldığı güç ve heyecanla, taze bir hâle bürünüp ikinci oturuma da katılıyor. Yaşadığı bu durumu, kendisini o kadar etkiliyor ki bunu bana "Hocam sefer bizden diyorduk ya onun da tam bizden olmadığını, yüzde birlik bir yönelme ile koskocaman neticeye sahip çıkamayacağımızı tamamen anladım." cümlesi ile ifade ederken de ayrı bir heyecan yaşıyordu. Gizli şirkin "Kara taşın üzerinde, kara karıncanın yürüyüşü kadar ince ve gizli" oluşundan olacak ki pek sezemediğimizi, bundan da seferdeki güç ve şevketimizi, hayır ve faaliyetimizi nefsimize vererek, fena halde yanıldığımızı anlattı.
Yeri geldiğinde bu hakikatı okuruz, anlatırız. Fakat nefsü'l emirdeki gibi (gerçeğiyle) anlıyor muyuz, bilemiyorum. Ya da fiillerimize, sözlerimize ne kadar yansıtabiliyoruz. "Biz yaptık, ettik, konuştuk, etkiledik." derken aklımızdan, bunları gerçekten bütün kâinatın ve idaresi, tedbiri bizde olmayan vücut sefinemizin eksiksiz çalışması sayesinde başardık hakikati, ikinci bir şuur olarak aklımızdan geçmelidir. Eğer geçmiyorsa, Tabiat Risalesi'nin başındaki ehl-i imanın bilmeyerek kullandığı kelimeleri, şuursuzca kullanıyoruz demektir.
Bedir ve Huneyn cihatlarında, Peygamberimizin(ASM) bir avuç çakıllı toprağı atması sonucundaki muvaffakiyete, mücahidîn grubunun, başarıyı kendilerine nispet etmelerini Cenab-ı Allah, Enfal Suresinin "Attığında, sen atmadın, Allah attı." mealindeki 17. Âyetiyle ikaz ediyor. Ne atılan taş senin ne de onu attığın kol ve avuç. Ne onu sana attıran güç ve enerjinin hakikî sahibisin ne de içinde bulunduğu zamanı sen getirdin.
Çevrili bulunduğun milyonlarca galaksiyi bırak, sadece içinde bulunduğumuz ve on dört milyar ışık yılı müddeti ile içinden geçip ayrılabildiğin Samanyolu galaksisinin bir milim şaşmayan, düzgün ve tam bir itaatle idaresi sayesinde nefes alabiliyor, oturup kalkalabiliyor, yemek yeyip adım atabiliyorsun. Bunları bilmeden, bütün fiillerin sahibi benim, hâliyle başarı da benimdir, dediğinde altında ezilirsin. Haddini tecavüz etmiş olursun. Kıl kadar şuurunla, büyük taşları kaldırmak teşebbüsünde bulunmuş olursun. Sana ait olan sadece "kıl kadar bir şuur" arkadaş. Bu kadar küçük hisse sahibi olduğun güzelliklere, cihadın büyük neticelerine sahip çıkamayız. Peki bize düşen nedir o zaman?
Bir kere başta fahir ( övünmek) değil. Şöhret hiç değil. Medih beklemek ve perdedârlık da değil. Evvela, kuru çubuk nasıl bu üzümler benim hünerim, diyemiyor. Haddini bilip sadece güzellikleri gösteren bir tablacı, vesilelikten öteye geçmeyen bir perde olduğunu hâl diliyle ilân ediyor. Biz de kendi lisanımızla, gerekirse hâlimizle başta nimetler bizde görüldüğü için, şükrümüzü ilân edeceğiz. Tevazumuzla daha da yüceleceğiz. Belki başka kardeşler daha layıktır düşüncesiyle, utanma içinde olacağız. Fail ve mastar ( temel, kaynak) değil, güzelliklerin göründüğü bir mahal, yani kuru bir çubuk olduğumuzu ifade ile bunu hâl haline getireceğiz
Bunları nefsimize kabul ettikten sonra, soracağız "Ey nefsim, bu kutsî hizmetteki seferin kaçta kaçı senin? Sefer bizden derken neyi kastediyorsun? Seferdeki hisseni ne kadar biliyorsun?" Sefer derken, en büyük sefer olduğu lisan-ı Peygamberiden nakledilen, "güzellik, iyilik, hasenat, sevap" adına ne varsa, mazhariyetlerimizi; "çirkinlik, günah, küfür dalâlet" adına ne varsa terk ettiklerimizi anlatıyoruz.
Gizli, bilinen, niyette kalmış, akıldan geçen bütün sırların açığa çıkacağı; eğrisi doğrusuyla ortaya saçılacak o büyük günde, güzelliklerdeki hissemiz de seferdeki övünme hakkımız da eksiksizce önümüze konulacak muhakkak. Esas olan, bu mânayı bu imtihan mekânında bilmek, anlamak, sindirmek, hâl haline getirip gösterebilmek.
Demek seferin sadece niyet kısmı ve teşebbüse geçmek kısmı bize ait. Peki netice kime ait? Tümüyle Allah'a ait. Hatta neticenin düşünülmesi ve ona göre hareket edilmesi de doğru değil. Çünkü hayal kırıklığı ve tümden seferden vazgeçmeye kadar varan durumlar görüyor ve duyuyoruz. Peygamberlerden hususen Ahir zaman Nebisinden daha büyük pedagog, terbiyeci seferci olabilir mi? Kiminin evlad-ı iyali, hususen Peygamberimizin(ASM) çok istediği halde amcası, makbul bir imana kavuşamadan bu dünyadan ayrıldılar. Bunun üzerine Kasas Suresinin "Allah, dilediğini/dileyeni hidayete erdirir." mânasındaki 56. Âyeti ile Rabbimiz Resulünü teselli ediyor.
Evet dostlar, bu "dilediğini" meselesi de yanlış ya da eksik anlatılıyor veya anlaşılıyor bazen. Ya da bazen kasten çarpıtıyorlar. Âyette geçen "dilediğini" anlamındaki "yeşau" kelimesi, tefsirlerde "dileyeni" şeklinde de çevriliyor ve izah ediliyor. Zaten hidayeti dileyeni Allah, elbette karanlıkta bırakmaz, bırakmıyor da. Öyle bir âdeti yok. Sadece hidayet bir mahluktur, onun yaratanı da kimin ona layık olduğunu bileni de Allah'tır.
Selam ve dua ile.