Sadece başını döndürüp;
“Oğlum! Hasanım! Az kurba” demişti.
Öldürmek için sıkılan bir kurşuna karşı sadece şefkat dolu bir haykırıştı.
“Oğlum, Hasanım!” diyerekten…
Ancak bir ana şefkati, böylesine volkan gibi patlayan bir kine karşı durabilir.
O cehennemi ateşi söndürebilirdi.
Hasan ağlıyordu.
Hasan başını duvarlara vuruyordu.
“Ben nasıl bunu yaptım” diye.
“Öz anneme nasıl elimi kaldırdım; kırılası hangi parmağımla tetiğe bastım.”
Param parça olan koluna, oluk gibi akan kanına hatta ölüm tehlikesine bile aldırmadan, başını döndürür döndürmez yüzündeki bütün acı ve öfke nasıl da şefkat deryasına dönüvermişti.
Kundakta iken bıraktığı oğlunu nasıl ilk bakışta tanımış, gözlerinde kolunun acısından değil de öksüz yavrusunu görünce hasret, pişmanlık ve şefkat gözyaşları akıtmış:
“Az kurba” demişti...
Hasan düşünce kıskacındaydı:
“Ben nasıl dolduruşa gelirim, kim beni kandırdı?”
“Annen gelmiş” demişlerdi.
“Kocası ölmüş, o da babasının evine gelmiş. O ki seni kundakta bırakıp kocaya gitmiş baban öldü diye. Şimdi hangi yüzle memlekete” geliyor demişlerdi.
Hasan annesiz büyümenin acısı ve hırsıyla tüfeğini kaptığı gibi sokakların arasına hışımla dalmış.
“Şu giden annendir” diye işaret ettikleri kadına kaşla göz arasında sırtına nişan alıp, adeta kalbini parçalamak istercesine tetiğe basmıştı.
Allah’tan annesi tam o anda yön değiştirmişti de kurşun sol koluna isabet etmişti.
İşte ne olduysa o an olmuştu.
Annesiz büyürken katılaşan kalbi temmuz sıcağında güneş karşısında eriyen buzlar gibi, gerçek bir annenin şefkat dolu bir bakışı ve hasretle yoğrulan tek bir sözü karşısında nasılda erimişti.
“Az kurba” sözü can evinden vurmuştu.
O an robotlaşmıştı, elindeki silahla kendisini çeken meçhul bir kuvvete doğru meçhul duygularla yüzleşmişti.
Ya bazılarının dediği gibi zorla kopartmışlarsa?
İstemese dahi bir kadının gücü neydi ki?
Hele genç bir kadının söz hakkı var mıydı ki?
Peki, bu anne acaba bir saniye bile oğlunu unutmuş muydu?
Oğlu diye kaç tane taşı kucaklamış, onunla konuşmuştu acaba?
Yoksa 20 yıl önce kaybettiği ve bir daha görmediği oğlunu nasıl tanıyacaktı ki?
Hasan düşünüyordu...
“Şefkat mi büyüktü, aşk mı büyüktü; yoksa kin mi büyüktü?
Ferhat aşkı için dağları delerken, mecnun çöllere düşer.
Hasan kini için öz annesini öldürmek için tetiğe basar.
Anne şefkati ise hiç bir şeyi dinlemez.
Bir ceylan, yavrusu için aslana saldırır.
Bir tavuk civcivleri için kendisini ite yem yapar.
Hasan’ın annesi ise kurşun yarasını değil; ölümü bile şefkatle karşılar.
Çünkü bir kurşunu sıkan ikinci kurşunu da sıkar.
Ama o başını döndürmüş:
“Hasan’ım!.. Az kurban sen misin?” demiş, hasretle oğluna bakmıştı...
Evet, hangisi büyüktü:
Kin mi?.. Şefkat mi?.. Aşk mı?..
Hasan’ın kini şefkat karşısında yok olmuştu.
Annesini bağrına basmış “az kurba” sözünü kendisine şiar edinmişti...
Ve o gün bu gün nerde bir anne görürse yumruğunu sıkar, dişlerini gıcırdatır.
“Nasılda dolduruşa geldim” diye kendi kendine kızar durur...