Siz hiç ağaçların ölümüne acıyıp üzüldünüz mü?
Sonbaharın sonlandıran havasının çiçekleri solduran yüzünü görünce “ah yazııık!” dediğiniz oldu mu?
Şüphesiz evinizde kendi elceğizinizle yetiştirdiğiniz bitkilerin solmasına ve buruşup çürümesine üzüldüğünüz olmuştur. Ama sonbahar mevsiminin gelip çattığı ve yazdan kalma tüm canlıları adeta yok ettiği manzara karşısında aynı duyguları taşıdığınızdan şüpheliyim.
Şahsen ben elli yıllık hayatımda böyle bir anı hatırlamıyorum.
Mesela kıyıya vurmuş bir balinanın dakika dakika ölüme gitmesi seyredenleri dehşete düşürebiliyor. Onu kurtarmak uğruna çok büyük çabalar sarf ediliyor. Oysa gözümüz önünde yüz binlerce çeşitte canlıların ölümü bizi hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Bakıp geçiyoruz.
Bediüzzaman hazretleri, “Bir zaman bahar çiçeklerinin çabuk mahvolmalarına çok yazığım geliyordu; hattâ o nâzeninlere acıyordum” (Şualar, Sayfa 66) diyor.
Bediüzzaman Hazretlerinin “yazığının” gelmesi ve onlara acıması ondaki şefkatin derinliğinden ve yüceliğindendir.
O bir zaman lise mektebinin bahçesinde rakseden 50-60 öğrencinin geleceğini düşünmüş ve onların girdikleri günahın sonucunu hayal ederek hallerine hüngür hüngür ağlamış bir insandır.
Rivayet edilir ki, Yakup (AS)’a verilen şefkat yetmiş annenin şefkatinden fazla imiş. O nedenle Yusuf (as)’a olan sevgisi onun gözlerini kör edecek kadar acı vermiş.
Yakup (as)’ın acısını bilen ve gören Rahim-i Zülcelal onu oğluna kavuşturmak suretiyle o acıyı dindirmişti. Peki Bediüzzaman Hazretlerinin çiçeklere acıdım dedikten sonra onlara duyduğu acıyı neyin durdurduğunu biliyor muyuz? Onun acısını dindiren neydi acaba?
Aslında cümlenin devamında o gerekçe izah ediliyor. Sizi Şualar’daki ilgili bölüme havale ediyorum. Oradan okuyup uzun uzun tefekkür edebilirsiniz.
Burada aklıma bir soru takılıyor. İnsana acıma ve şefkat duyma hissi niçin verilmiştir dersiniz?
Hem, insana acı vermekten başka bir işe yaramayan (!) bu duygunun asıl hikmeti nedir sizce?
Bana göre bu sorunun cevabı çok önemlidir. Birçok gizli sırrı da ifşa eder.
Bediüzzaman Hazretleri, bunun en önemli gerekçesinin “vazife” olduğunu belirtiyor. Yani annelerin veya babaların evlatlarına karşı vazifelerini hakkıyla yerine getirmeleri amacıyla şefkat ve merhamet duygusu insanın kalbine konmuştur.
“Hem en zâhir bir delil dahi, horoz ve yavrulu tavuk gibi hayvânâtın vazifelerinde gösterdikleri fedakârâne ve merdâne vaziyetleridir ki, horoz aç olduğu halde tavukları nefsine tercih edip, bulduğu rızka onları çağırır; yemez, onlara yedirir. Ve bir şevk ve iftihar ve telezzüzle o vazifeyi gördüğü görünür. Demek o hizmette, yemekten fazla bir lezzet alır. Hem küçük yavrularına çobanlık eden tavuk dahi, yavrularının hatırı için ruhunu feda eder, ite atılır. Kendini aç bırakıp onları doyurur. Demek o hizmette öyle bir lezzet alır ki, açlık acısına ve ölmek elemine tereccuh eder, ziyade gelir.”
“Hayvânî valideler, yavrularını, küçükken vazifeleri bulunduğundan, lezzetle himayeye çalışır. Büyük olduktan sonra vazife kalkar, lezzet de gider. Yavrusunu döver, elinden daneyi alır” (Mesnevi-i Nuriye, Sayfa 136) cümleleri bu meseleyi izah etmeye yetiyor.
O nedenledir ki, bir baba dayak yiyen kendi evladı olduğunda feryad-u figan ettiği halde başkasının evladına aynı tepkiyi vermiyor. O noktada “vazifeli” olmadığı için gayet rahattır.
Devletin polisine memuruna yumurta atan bir gencin polis tarafından coplanmasını gayet yerinde bir hareket olarak algılayabiliyor. Ve hatta daha da ileri giderek “devletin düzeni” fikrine sığınarak o gençlerin “disipline” edilmesi için daha da sert davranılmasını savunabiliyor.
Elbette düzen sağlanmalı ve düzeni bozanlara karşı gerekli tedbirler alınmalıdır. Ama “tedbir alıyorum, düzeni sağlıyorum” diye de yersiz şiddet ve baskıdan da uzak durulmalıdır.
Devletin şefkat eli hissedilmeli ve bunu devlet her vesile ile göstermelidir. Zira devlet bu meselede “vazifelidir.” Vazifesini bir tavuk merhametinde veya validelerin evlatlarına olan merhameti seviyesinde yapmalıdır.
Doğu da taş atan gençlere polisin top atmasını bir haber kanalında seyrettiğimde “işte budur, şefkat eli böyle işlemelidir” demiştim. Bu ve benzeri yaklaşımlar meseleyi çözer. Öncelikle bu meselede samimi olmak çok önemlidir. Yani doğuda olsun batıda olsun vatandaş devletin sadece “vazifesini” yaptığına artık inanmalıdır. Vazife şefkati gerektirir, şiddeti değil…
Yani bir sefer top atan polis on defa jop salladığı dikkate alınırsa devletin hiç de şefkatli davrandığı söylenemez. Dua edelim top ve şeker atmalar çoğalsın, şefkatli yaklaşımlar hissettirilsin…