Mehmet Abidin Kartal’ın yazısı
İstanbul’un Fatih ilçesinde Fatih camiinin gölgesindeki Şekerci Hanın yapılmasıyla ilgili halk arasında hoş bir hikaye anlatılır: Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'un 4. tepesine kendi ismiyle mâruf bir cami yapılmasını ferman buyurur. Fakat önce, cami inşaatı için Anadolu'nun değişik yerlerinden gelen usta ve işçilerin kalması, inşaat malzemelerinin muhafaza edilmesi amacıyla bir han yapılır. Hanın yapılmasına sebep olan olay şöyle gelişir. Fatih Camii’nin inşası başladıktan sonra, bir ara çalışmaları kontrol etmeye gelen Padişahın bir şey dikkatini çeker: İşçilerden biri sırtına bir taş alıp, iskeleden yukarı çıkar fakat taşı yerine koymadan tekrar aşağı iner. Bunu devamlı yapınca, Fatih Sultan Mehmet işçiyi yanına çağırır ve bu davranışının sebebini sorar. İşçi, "Sultanım, der. Ben bu sabah uyandığımda yıkanmam gerektiğini gördüm. Fakat yakınlarda bir hamam yok ki yıkanıp temizleneyim. Vaktin darlığı sebebiyle de alelacele işe geldim. Zira geç gelsem ücretim kesilecek. Belki de işimden olacağım. Fakat bu abdestsiz halimle, Allah'ın evine bir taş dahi koymaya vicdanım elvermedi. Bu yüzden çalışıyor görünsem de hiçbir iş yapmadım."
İşçinin bu hassasiyetine hayran kalan genç padişah, cami inşaatını durdurarak, caminin yanında işçilerin konaklayıp her türlü ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri içinde hamamı da olan bu hanı yaptırır. Fatih Camii'nden önce yaptırılan bu han, sonraki yıllarda "Şekerci Han" ismini alır ve 500 yıldan fazla bir zaman İstanbul'a hizmet verir. Bu bir rivayet olsa da, bu hanın asırlık tarihî bir kıymeti vardır. Bu handa devirlerinin tanınmış şahsiyetleri kalmış, tarih sayfalarına iz bırakan bir çok hatıralar yaşanmıştır.
Handa, Anadolu'dan ve devletin dört bir yanından gelen misafirler kalıyorlardı. Sultan 2. Abdülhamid tarafından, Şehzâde Camii’nin bitişiğindeki "Amalar Medresesi" ne Amalar şeyhi unvanıyla tayin edilen Osman Kemâlî Efendi, Kandilli Rasathanesi’nin kurucusu ve ilk müdürü Fatin Gökmen Hoca, Neyzen Tevfik, Mehmet Akif, Eşref Edip, İmam Hatiplerin kurucusu Celaleddin Ökten ve Bedîüzzaman Said Nursi, bu handa kalan ve handa yapılan ilmî sohbetlerde bulunan meşhur zevattan bazılarıdır.
Bediüzzaman ve Şekerci Han
Bediüzzaman Said Nursi (1878-1960), “İstibdat”, “Meşrutiyet” ve “Cumhuriyet” dönemlerinde yaşayan asrının müceddidi olarak kabul edilen büyük bir İslam alimidir. “İstibdat Dönemi”nde Sultan Abdulhamid’e karşı Hürriyeti; “Meşrutiyet Dönemi”nde İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne karşı Meşrutiyet-i Meşrua’yı; “Cumhuriyet Dönemi”nde de Tekparti diktatörlüğü’ne karşı hukuk devletini savunan yegane muhalif belki de oydu. O, günübirlik gayeleri olan ufku ve hedefi sınırlı bir insan değildir. O, her şeyden önce eşya ve hadisenin açıklamasını iman mefhumunda aramış ve bunu yaşadığı asrın idrakine büyük bir başarı ile kazandırmıştır. İman ile aklın telif ve terkibini yapmak Bediüzzaman’ın çağımıza yönelik en belirgin misyonudur.
Said Nursî, bir mürşid olarak, önce yarayı ve hastalığı teşhis etmiş, sonra tedavi yollarını beyan etmiştir. Bunu şu ifadelerinde açık bir şekilde görmek mümkündür: “Eski zamanda dalalet cehâletten geliyordu. Bunun yok edilmesi kolaydır. Bu zamanda dalalet fen ve felsefe ve ilimden geliyor. Bunun izâlesi müşküldür.” “Dünya, büyük bir manevi buhran geçiriyor. Manevi temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felaketi, gittikçe yer yüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslam cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa, İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.”
Bediüzzaman Said Nursî bir eserinde kendi hayat tarzını şöyle özetlemiştir: "Kur'ân-ı Hakîm mürşidimizdir, üstadımızdır, imamımızdır, her bir âdabda rehberimizdir." Buna göre insan, Allah'ı tanımak ve Ona iman ve ibadet etmek için yaratılmıştır. İlim, meşruiyet, hürriyet, dürüstlük, ümit, çalışmak, sebat gibi faziletler ise, insanın hayatına anlam veren değerlerdir. Bunlar hem dünya, hem de ahiret saadeti açısından insanın olmazsa olmaz gerçekleridir. Bu sebeple 6000 sayfayı aşan eserlerini iman ve fazilet üzerinde yoğunlaştırmıştır. Risale-i Nur Külliyatı hem materyalist ve pozitivist felsefenin eleştirisini hem de Kur’an’ın imana müteallik hakikatlerinin aklî delillerle izah ve ispatını içeren eserlerden müteşekkildir.
Bediüzzaman, hizmetinin temellerini ihlâs sütunları üzerine bina eder. Risale-i Nur’un esasını; kusurunu bilmekle mahviyetkarane, yalnız Allah rızası için rekabetsiz hizmet etmek olarak tanımlar. İman hakikatlerine Nur Risaleleri ile hizmet etmenin kâinatta hiçbir şeye alet olamayacağını ve rıza-yı İlahiden başka bir gayesi olamayacağının altını çizer. Allah rızası uğruna her fedakârlığı göze alır. “Ben maddî ve mânevî her şeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim.” diyerek, bu çileli sürece göğüs germenin neticesinde iman hakikatlerinin her yere ulaştığını ifade eder.
Bediüzzaman, talebeleri ile yazışmalarında özellikle imanı kurtarmanın üzerinde çok durmaktadır. Her bir talebenin vazifesinin önce kendi imanını kurtarmak, sonra da başkasının imanını kurtarmaya çalışmak olduğunu söyler. Kendisi de hayatıyla talebelerine bu konuda örnek teşkil eder. Aşağıdaki ifadeler buna güzel bir örnektir:
"Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum.... Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum."
Bediüzzaman “Bizim düşmanımız; cehalet, zaruret ve ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san’at, marifet ve ittifak silahıyla cihad edeceğiz” diyordu. Doğunun cehaleti, fakirliği ve ihtilaf hastalığı onu çok incitiyordu. Mutlaka İstanbul’a gidilmeli ve padişaha bu durum arz edilerek devletçe çözüm üretilmeliydi.
Birçok önemli şahsiyet gibi Bedîüzzaman da İstanbul'a ilk geldiğinde Şekerci Han'da kalmıştı. 1907 yılı sonlarında İstanbul'a gelince, yaklaşık 2 ay Ferik Ahmet Paşa'nın evinde kaldı. 2 ay sonra da Fatih'teki Şekerci Han'da kalmaya başladı. Şekerci Han'daki odasının kapısına da "Burada her soruya cevap verilir, kimseye soru sorulmaz" diye levha astı. Olacak şey değildi. Hiçbir sınır koymadan hem dinî hem fennî ilimlerde kim ne isterse sorsun demek akıl ve havsalanın olacağı bir şey olamazdı. Bu iddialı meydan okumaya, İstanbul’un en derin âlimleri tek başına veya gruplar halinde gelip istediği soruları soruyor, cevabını alıp çıkan “Böylesi şimdiye kadar görülmemiştir” diyorlardı. Bediüzzaman hem onların sorularını cevaplıyor, hem de Doğunun cehalet ve fakirliğini gidermek için mektep ve medreseler açılması noktasında görüşlerini söyleyip kamuoyu oluşturuyordu. En önemli ısrarı ise din ilimleriyle fen ilimlerinin birlikte okutulacağı Medresetü’z-Zehrâ projesiydi. Padişah ll. Abdulhamid’e ulaşmayı çok denedi, fakat muvaffak olamadı. Bu yüzden tımarhaneye kadar düştü. Doktor “Bediüzzaman deliyse, dünyada hiç akıllı adam kalmamıştır” diye rapor vererek taburcu etti.
Bediüzzaman’ın İstanbul Şekerci Han’a ilk geldiği zamanın üzerinden yüz seneden fazla bir süre geçti. Şimdi, ahirzaman müceddidinin kahraman talebeleri yine Şekerci Han’da Şekerci Han Derneği çatısı altında, (http://sekercihan.org.tr/) iman ve Kuran hizmetine devam ediyorlar. Hanla bitişik nizam inşa edilen yeni bir binayı hizmet merkezi yaptılar. İman hakikatleri cihetinde her türlü suale cevap veren Nur Risaleleriyle, toplumun taklidi olan imanlarını kuvvetlendirmeye, tahkiki imanı umuma ders vermeye çalışıyorlar. Bediüzzaman’ın kaldığı handa, iman ve Kur’an hizmetine devam ediliyor. Bu bir sevk-i İlâhidir.
13 Mayıs 2019’da can dostum Ali Arslan’la Şekerci Hana giderek iftar yapmak nasip oldu. İftarın akabinde cemaatle akşam namazı, tesbihat, risale dersi kalplerimizi şenlendiriyordu. Hizmet erlerinden İsmail Kartal abimiz yapılan hizmetleri görüntülü olarak anlatırken Risale-i Nurları ilk tanıdığım günlerin heyecanını yaşıyordum. Başta Köprü dergisi editörü Mehmet Kaplan kardeşim olmak üzere, hizmet erleriyle kucaklaştık, muhabbet ettik. Hizmet erlerinin koşarak geldiği Şekerci Han, toprağa atılmış bir çekirdek olarak geleceğe dair büyük umutlar beslememize vesile oluyor. Şekerci Handaki hizmet erleri “İman ve insan merkezli hizmet anlayışı” düsturuyla çağımız insanının imansızlık ve iman zafiyeti hastalığına ilaçlar sunuyorlar. Bu anlayış memleketin dört bir yanına yayılıyor. Şekerci Han’ın hizmet erlerini yürekten kutluyor ve ihlâs dairesindeki hizmetlerini ayakta alkışlıyoruz. Allah onların hepsinden razı olsun.
Şekerci Han derneğinin hizmet esaslarını birlikte okuyarak iman ve Kuran hizmetinin özünü hatırlayalım.
- Bizler imanın cereyanındayız ve sahil-i selâmet olan dârüsselama ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademeleriz. İman hakikatlerinin neşir ve ilanını en büyük vazife-i hayatımız biliyoruz.
- Bu zamanın en büyük farz vazifesini İttihad-ı İslam biliyoruz. Bu gayeye matuf olarak, Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadelerine taraftar olmayı ve ehl-i imanla maksatta ve esasta ittifakı hizmet anlayışımızın en mühim düsturu olarak kabul ediyoruz.
- Kur’an’ın mucize-i maneviyesi olan Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini, cihanşumül düsturlarını ve cadde-i kübra-i Kur’aniye olan mesleğini dar bir anlayışa hasretmek suretiyle -esma-i ilahiye adedince vahdet rabıtalarımız olan ehl-i iman kardeşlerimizi- ötekileştiren inhisarcı zihniyet ve uygulamaları, hak ve hakikate karşı büyük bir zulüm olarak değerlendiriyoruz.
- Harekâtımız ve hizmet anlayışımıza yön veren yalnız ve yalnız Kur’an ve sünnet-i seniyye’nin esaslarıdır. İman hakikatlerinin neşir ve ilan vazifesinde istimal edilen vasıtalar, müesseseler ve kaidelerin bizatihi maksat haline getirilmesine ve bu vasıtalara kudsiyet izafe edilmesine şiddetle karşıyız.
- Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi’nin ifadesiyle milliyetimiz bir vücuddur; ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve imandır. Bu çerçevede milliyetimizi yalnız İslamiyet olarak biliyor ve sebeb-i tefrika olan unsuriyetçiliğin ve tarafgirliğin her türlüsünden Allah’a sığınıyoruz.
- Ahirzamanın şerir eşhasının mahiyeti ve icraatının bilinmesi için binler adam hapse girse veya idam olsalar din-i İslam cihetinde ucuzdur. Bu hakikat iktizasınca en büyük vazifemizi, bid’alarla tahrip edilen şeair-i İslamiyeyi sünnet-i seniyyenin ihyası ile tamir etmek olarak görüyoruz.
- İstibdadın maddi ve manevi her türlüsünü, âlem-i İslam’ın ittihad ve terakkisinin önündeki en büyük mani olarak kabul ediyoruz. İstibdad hangi libası giyerse giysin rast geldiğimizde sille vuracağımızın bilinmesini istiyoruz.
- Her türlü teşkilatlanma (devlet, cemaat vs.) karşısında ferdin hukukunu kudsi biliyoruz. “Hak haktır küçüğüne büyüğüne bakılmaz, cemaat için fert feda edilmez” düsturundan hareketle hizmet anlayışımızda adalet-i mahza hakikatini şiar ediniyoruz.
- İman hakikatleri, dünyada her cereyanın fevkinde bulunması ve umumun malı olması cihetiyle, bir tarafa tâbi ve dâhil olmaz; muvafıkta ve muhalifte nurun müştakları çoktur. Bu düsturlara istinaden iktidar veya muhalefette yer alan herhangi bir siyasi parti ya da siyasetçi ile anılmayı ve bu suretle iman hakikatlerine perde olmayı dehşetli bir tehlike ve azim bir cinayet olarak kabul ediyoruz.
- Risale-i Nur’un asliyetinin muhafazası noktasında âzami dikkatliyiz ve bu asliyeti tahrife yönelik her türlü faaliyetin karşısındayız. Bu noktada bize düşen vazifenin ancak şerh, izah ve tanzim olması gerektiği prensibine göre hareket ediyoruz.
- İnsan merkezli müsbet iman hizmetimizin icrasında, Risale-i Nur’daki imanî ve içtimaî düsturlara göre hareket ediyoruz. Üstadımızın tarz-ı hareketinin muhafazası, Nur talebelerinin şahs-ı manevisinin teşkili ve inayet-i İlahiyenin celbi için meşveret-i şer’iye hakikatini en mühim düstur ve şart olarak kabul ediyoruz.