Kısa bir açıklama:
(Böyle bir eseri yorumlama cesaretini göstermek benim gibi anlaması kıt bir insan için büyük bir iddiadır. Beni buna cesaretlendiren Risale-i Nurun ifade güzelliğidir. Mesele o kadar güzel anlatılmış, o kadar selis ifade edilmiş ki, en amiden en zekiye kadar her kademede insanın hisse almaması mümkün değildir. O nedenle yaptığım yorumlar kendimce Risale-i Nurdan aldığım feyz ile Nur sohbetlerinde Nur Talebelerinden öğrendiklerimden ibarettir. Bu yorumları kendim için yaptım. Risale-i Nuru ne kadar anlamışım görmek istedim. Buna bir deneme de diyebiliriz. Güzelse okur istifade edersiniz değilse bu da bu kardeşimizin "şahsi yorumudur" der bir kenara bırakırsınız.)
(Muhakemat- Bediüzzaman Said Nursi)
Vakta ki, hâl sahrasında istikbal dağlarına daima yağmur veren hakaik-i hikmetin maden-i tebahhuratı efkâr ve akıl ve hak ve hikmet olduklarından ve yeni tevellüde başlayan meyl-i taharrî-i hakikat ve aşk-ı hak ve menfaat-i umumiyeyi menfaat-i şahsiyeye tercih ve meyl-i insaniyetkârâneyi intaç eyleyen berahin-i katıadan başka ispat-ı müddea bir şeyle olmaz.
Bu uzun cümlenin giriş kısmı çok önemli, istikbal evladının durumunu tasvir eden mana yüklü bir söz. Günümüzü ve geleceği aydınlatacak olan bilimin buhar kazanı müellifin ifadesine göre yine bilimdir, bilimin hakikatleridir/gerçekleridir, hikmettir, akıldır, doğruluktur, doğru İslamiyettir.
Gerçekleri aramaya yöneliş, doğruları bulma çabaları, bu asırda hakikatleri ortaya çıkarmıştır, çıkarmaya da devam edecektir.
Hakkı ve doğruyu bulma arayışları, hukukun üstünlüğünü savunma, toplumun menfaatini kendi menfaatinden üstün gören veya kendi menfaatini toplumun menfaatinde gören anlayışın herkese hâkim olması, insani değerlerin, doğuştan gelen hakların (insan hakları, din ve vicdan özgürlüğü, yaşama özgürlüğü gibi hakların) öncelik kazanması istikbal evladını mazi evladından ayıran özelliklerdir.
Biz ehl-i haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddeâ, zihnimizi işbâ etmiyor. Burhan isteriz.
Burada da hakiki Müslümanlara dikkat çekilmektedir. Biz kelimesi içinde hakiki Müslümanlar var. gerçek Müslümanlar da madem bu asırda, bu asrın eğitim tarzı ile yetişmişiz, o halde bizim diğerlerinden farkımız yoktur. Biz de delil ve ispata önem veriyoruz.
İspat edilmemiş, bilimsel olmayan hiçbir hakikati kabullenmeyiz. Zira biz Müslümanlar bilir ve inanırız ki, ilimlerin hepsini Allah (cc) yaratmıştır. Dolayısıyla müspet ilimlerin ve fenlerin öğrenilmesini İlahi bir emir telakki ederiz. Yani, ilahiyat/tasavvuf gibi ilimlerle fen ilimlerinin tamamının yaratıcısı Allahtır (cc). Birini diğerine karşı görmek veya göstermek ehl-i küfrün şiarıdır. O ise kıymet-i harbiyesi olmayan bir durumdur. Diğer bir ifade ile bugünün insanının süslü sözlere karnı her zaman toktur.
Bizi etkilemek isteyenler bilmeliler ki, bizim tumturaklı, farfaralı, janjanlı sözlere karnımız toktur. Burhan ve delil her şeyden önce gelir. Günümüzde yaşayan tüm Müslümanlar böyle mi? Değil elbet, Avam tabakası hala eski havasını bırakmış değil, mehazdaki kutsiyet hala onlar için geçerli. Bir sözün sahibi ve kaynağı hala önemlidir. Bir büyük zat bir meselede bir söz söylemişse, delil aramaya gerek kalmamakta bir kısım insanlar onun o güzel ve süslü sözlerini delil olarak kabul etmektedir.
Ancak bu durum tüm Müslümanlar için geçerli değildir. Modern eğitimi almış, dini ilimler yanında fen ilimlerini de öğrenmiş. Çağın gereğine uygun, donanımlı, bir diğer ifade ile biz diye nitelenen insanlar aklımızla hareket ediyor, fikrimizle karar veriyoruz. Bizi etkilemek isteyen bizim bu durumumuzu dikkate almalı.
O nedenle bu cümlede muhataplardan buna uygun davranış beklenmektedir. Madem biz ispat istiyoruz, öyle ise muhataplarımız da iddialarını ispat etmeli ve bize delil göstermeli. Süslü sözler, hissi okşayan ifadeler, duygusal hitaplar bizi ikna etmiyor, tatmin etmiyor. Bilinmeli.
Biraz da iki sultan hükmünde olan mazi ve istikbalin hasenat ve seyyiatlarını zikredelim.
Sonuçta iki dönemin sultanı hükmünde olan nesillerin ne gibi yararlar elde ettiği hususu önem arz ediyor. Yani, hissiyatla malül mazi evladı almış olduğu bu eğitim sayesinde ne gibi iyilikler ve medeniyetler kurmuş veya ne gibi çökülüşler, yıkılışlar ve günahlar yaşamış.
Buna karşılık İstikbal evladı ne gibi güzelliklere mazhar olmuş, nasıl bir düzen kurmuş, insanca yaşamanın kurallarını geliştirmiş mi?
Özetle, bundan sonraki bölümlerde her iki kesimin iyi yönleri ile kötü yönleri karşılaştırılacaktır. Hasenatları ve seyyiatları mukayese edilecektir. Artıları eksileri tartıya konacak, bir tarafın haklılığı ve doğruluğu ve üstünlüğü böylece ortaya çıkmış olacaktır.
Önce mazi döneminden başlıyor.
Mazi ülkesinde ekseriyetle hükümferma kuvvet ve hevâ ve tabiat ve müyûlât ve hissiyat olduğundan;
Dersin başına dönerek yapmış olduğu tespiti tekrar hatırlatıyor. Tekrar edersek mazi evladını sevk ve idare eden neydi? Kuvvet idi, yani kuvvetli olan hükmediyordu, birde, heva ve heves hâkimdi. Neden? Diye sorulmazdı. İspat etmeye gerek yoktu, ihtiyaçta yoktu, zaten sorgulayan bir toplum da yoktu.
Bir de kişinin tabiatı önem kazanmıştı, yani, bir yönetici yaradılışı itibariyle şair ise herkesin şiir okumasını isterdi, lale seviyorsa her taraf lalelerle süslenmeliydi, edebiyatçı ise derin edebi kitapların yaygınlaştırılması kaçınılmazdı, kısaca kişilerin meşrep ve mesleği toplumun her kesimine lanse edilirdi. Ayrıca, kurallara göre değil canının istediğine göre hareket etmek her zaman mümkündü. Zira duygusallık hâkimdi, padişah gülünce herkes gülmeliydi, şayet ağlıyorsa tebaa da ağlamalıydı.
seyyiatından biri, herbir emirde-velev filcümle olsun-istibdad ve tahakküm vardı.
Hal ve gidişat böyle olunca yöneticilerin her uygulamasında kısmen de olsa istibdat bulunurdu. Yönetici ne denli demokrat olursa olsun, ne denli adil davranırsa davransın, bir yerde ipler kopuyordu, istibdat kaçınılmaz oluyordu. Toplumun tabiatı gereği böyle bir durum yaşanıyordu. Keyfi uygulamalar her zaman hâkimdi. Tahakküm etmek, zor kullanmak yaygın bir şekilde yöneticilerin başvurdukları en öneli yöntemdi.
Mazi evladının aldığı eğitimin kendine kazandırdığı geri dönüşümden en önemlisi istibdat altında yaşmaktı. Bu onun sonuçta kaderiydi.
Hem de meslek-i gayra husumete, kendi mesleğine iltizam ve muhabbetten daha ziyade ihtimam olunurdu. Hem de bir şahsa husumetin, başkasının muhabbeti suretinde tezahürü idi.
Bu iki cümlede yöneticilerin başvurdukları en önemli taktiklerden biri; kendi mesleklerini veya yönetimlerinin güzelliğini anlatmak yerine rakip yönetimleri kötülemek veya rakip liderlere çamur atmak şeklinde olurdu. Yani, kendini sevdirmekten çok karşıdakine düşman olmaya daha çok önem verilirdi. Yani, Türkiye sevgisi yerine Yunan düşmanlığını anlatmak ve aşılamak gibi.
Bu tarz propaganda her yerde ve her kesimde yaygın bir şekilde uygulanırdı. Hatta tarikat önderleri kendi meslek ve meşreplerini anlatmak ve güzelliğini göstermek yerine başka tarikatların liderlerini veya önderlerini kötülemek tarzı başvurulan en yaygın propaganda tarzı idi. Bu şekilde taraftar toplanırdı.
Halk da bu durumu gayet normal karşılardı. Çünkü, onların da anlayışı aynıydı. Aşiret liderine veya tarikat şeyhine sevgisini göstermek için karşı liderlere düşmanlık ederdi veya sevgisini düşmanı anlatarak gösterirdi.
Hz. Ali sevgisini göstermenin yolu Hz. Ömer düşmanlığı ile tezahür ediyordu. Hatta birçok taraftar gerçekte Hz. Aliyi sevmiyor olduğu halde sırf Hz. Ömer düşmanlığından dolayı taraftar olmuştu. Hz. Ali (RA) veya Hz. Ömer (RA) bu şekilde bir taraftarlığa gönülleri razı değildi elbet. Kendi dönemlerinde belkide böyle bir durum da yoktu. Daha sonraki dönemlerde bu durum vaki olmuştu. Ama durum bu idi daha sonra gelen liderlerinde işine yarıyordu. Taraftarlarını arttırma veya karşı tarafı zayıflatma hedefini böyle yakalıyorlardı.