Sekizinci mukaddimeye kendimce yorum-6

Nurettin HUYUT

“Hem de keşf-i hakikate mani olan iltizam ve taassup ve taraftarlığın müdahaleleri idi.”

Hakikati arama ve bulma insanın fıtratına derc edilmiş önemli hakikatlerden biridir. İnsanın yapısı o kadar ince ve hassastır ki, bu yapı sayesinde her şeyi araştırıp ortaya çıkarmayı istemek genlerine işlemiştir.


Araştırma meyli daha beş aylıkken başlar her şeye dokunur, her şeyi koklar, hatta ısırarak setliğini yumuşaklığını anlamaya çalışır. Yani, dünyayı keşfetmek için kendisine verilen beş zahiri beş de Batıni duyguların tümünü bu uğurda kullanır. Hatta ismini koyamadığımız ama neticeleri ile anladığımız bir takım duyguları da insanın araştırma meylini arttıran unsurlardır. Merak duygusu, acıma duygusu, üzülmesi, iştihası, şehveti gibi duygular buna örnek gösterilebilir.

İnsan kendine ihsan edilen bu araştırma kabiliyetini devam ettirebilmesi için doğru yerde durmalı ve doğru eğitimi almalı ki, gittikçe bu yönü gelişsin ve hem kendisine hem toplumuna yararlı bir unsur olsun.

Aksi takdirde bu duygularını yanlış zamanda ve yanlış yerde kullanırsa hem kendine ve hem de toplumuna zararlı bir duruma düşer. “Hakikati ararken batıl karşısına çıkar hak zanneder koynunda saklar.”

Bundan kurtulmanın yegâne çaresi eğitimdir. İyi bir eğitim almaktır. Aklın, medeniyet fenleri ile nurlanması ve kalbin de dini ilimlerle aydınlanması lazımdır. Yoksa eksik ve tek taraflı eğitim insanı yanlışa düşürür.

Geçmiş dönemlerde istibdadın hakim olduğu “mazi” derelerinde maaslesef insanlar bu eğitimden mahrum idi. O nedenle mezheplerine körü körüne bağlıydılar.  Bu bağlılık onların araştırma meylini kesiyordu.  Ayrıca taraf olduğu gurubun müntesipleri de zaten bu anlamda bir çabasına müsaade etmiyorlardı.

Müntesibi olduğu mezhebin veya cemaatin fikri yapısını araştırıp eleştirmek mümkün değildi. Öncelikle onun müntesiplerini karşısına almak demekti. Bunu yapmak o kişiye hayli pahalıya mal olabilirdi. Ayrıca, itiraz etmeden bağlı olmak daha makbul bir davranış kabul ediliyordu.

Araştırmaya girmeden canla başla kendi cemaatinin (yanlış da olsa) düşüncelerini savunarak anlatmak artı diğer mezhep ve cemaatlerin (doğrularına hiç kulak asmayıp) yanlışlarını sayıp dökmek daha makbul idi, daha fazla alkış alıyordu. Mezhep içinde daha fazla rağbet görüyordu.

Zaten aksini yapsa mezhep önderlerinin ve müntesiplerinin şiddetle karşı çıkmalarına neden olabilirdi. Bunu da o günün şartlarında kimse göze alamıyordu.

Hasıl-ı kelâm: Müyûlât muhtelife olduklarından, taraftarlık hissi, herşeye parmak vurmakla ihtilâfatla ihtilâl çıkarıldığından, hakikat ise kaçıp gizlenirdi.

Anlatılanları özetlersek insanlardaki meyiller farklı farklı olduğundan, özellikle topluluk önderlerinin meyil ve arzuları çeşit çeşit/rengarenk olduğundan taraftarlık hissini kuvvetlendirmek suretiyle bölük pörçük bir ortam oluşuyorrdu. Müthiş bir karmaşa ve tutarsızlık yaşanır. İnsanlar kime niçin inandığını bile sorgulamazdı. Sorgulama diye bir mantık zaten gelişmemişti.

Soru soran kişi cevabını bir büyük isimden aldığında aldığı cevabın doğru veya yanlışlığı konusunda hiçbir şüphesi olmazdı. “O zat demişse doğrudur” prensibi her yere hâkim idi. Hatta bir darb-ı mesel halini almıştı. “Kara kaplı kitaba bakalım orada ne yazıyor” dendiğinde soruyu soranın itiraz hakkı elinden alınmış oluyordu. Daha ilerisini söyleyelim “kitapta öyle yazıyor” ifadesi bile karşıdakini susturmaya yetiyordu. Kitap deyince tün kitapların vahiy kaynaklı veya hadis kaynaklı hak ve doğru olduğu zannediliyordu. Hele bu kitap meşhur bir isme de isnat edilerek ifade ediliyorsa artık o cevabın doğruluğu tartışılmaz oluyordu.

Bu durum yani, “şüphelenmeme psikolojisi” doğruyu araştırıp bulmaya engel teşkil ediyordu. Bu durumdan bir takım insanlar fayda sağlıyor. Her tarafta bu taraftarlık duygusunu kullanarak bölünmelere ve ayrışmalara neden oluyordu. Kendilerine taraftar bulmada zorluk çekmiyorlardı.

 

Taraftarını arttıran gözünü karartırsa hemen isyan bayrağını açabiliyordu. Taraftarlarının da dalkavukluğu sayesinde olur olmaz işlere girişmekte beis görmüyorlardı. Kurulmuş güçlü devletler bu sayede kısa zamanda hak ile yeksan olabiliyor. Varlıklarını bir anda yitirebiliyorlardı. Ta yeni ve güçlü bir ekiple kalbi katı bir adam gelene kadar bu böyle devam ederdi.

Yani, “mazi” dönemi aynı zamanda “ferdiyet” zamanı idi. Fertlerin dehası ve ileri görüşlülüğü bu meselede büyük rol oynuyordu. Kişinin durumu sorgulanmazdı. Haklı mı? Haksız mı? Olduğu irdelenmezdi. Cesur ve kahraman ise birazda küffara kök söktürmüşse mesele tamam demekti. Yeni bir lider veya sistem aramaya gerek duyulmaz o kişinin önderliğinde her şey çözüme kavuşturulmaya çalışılırdı.

Bu da haliyle yeni buluşları veya yeni fikir ortaya atacak insanların geri çekilmesini netice veriridi.

Hem de istibdad-ı hissiyatın seyyielerindendir ki: Mesalik ve mezahibi ikame edecek, galiben taassup veya tadlil-i gayr veya safsata idi.

Bu cümlede müellif istibdadın bazı kötü yönlerini gösteriyor.

1-Taassup:Şiddetli ve aşırı bağlılık

2-Tadlil-i Gayr: Başkalarını dalâlete nisbet etmek. Sapıklığına hükmetmek.

3-Safsata: Yalan, uydurma, hezeyan, hakîkatte yanlış ve yalan olan kıyas.

İstibdat döneminin en bariz kötülüklerinden biri mezhepleri veya meslekleri oluşturan en önemli bu üç menfi hakikatin insanların genlerine işlemiş olması idi.

Evvelemirde İnsanlar taassup içinde idi. Yani inandığı şeylere körü körüne inanırdı. Araştırma ihtiyacı duymazdı. Mezhep önderinin ortaya koymuş olduğu düşünce farklılığı hakkında en küçük bir araştırma ihtiyacı duymazdı. Onları bu hale getiren istibdat idi. Kim başını kaldırsa başını bir daha kaldıramayacak şekilde tokmağı yerdi.

İkinci olarak, karşı mezhebi veya mesleği kötüleyerek kendi mezhebini üstün göstermek bir prensip halini almıştı. Mezhep mensupları kendi mezheplerinin hak ve doğru olduğuna bakmaz, diğer mezheplerin yanlış ve batıl oldukları fikrini daha ön planda tutarlardı. Oysa karşı mezhebin batıl olması senin hak mezhepte olmanı sağlamaz, senin tuttuğun mezhep de batıl olabilir. İşte bu fikir kimse de yok idi. Karşı mezhebi kötülemek kendisinin haklı olduğuna yetiyordu. İstibdat insanlara bu ahlaksızlığı sağlamıştı.

Bir üçüncü yanlış anlayış ise; fikirlerin ve mezheplerin çoğu safsata yani ispatı yapılmamış ve daha teori seviyesindeki fikirlerin kolaylıkla kabul görmesi idi. Bir diğer ifade ile mezheplerin birçoğu safsata üzerine kurulduğu halde kimse itiraz etmiyordu. Safsata olduğunu konuşmak bile mümkün değildi. “Neme lazım doğruyu söylemek bana mı kaldı” kabilinden fikirlerle doğruyu bilen de korkusundan konuşmuyordu. Konuşulmayınca ve tartışılmayınca da gerçekler ortaya çıkmıyordu.

Aslında mezhep ve meslek önderlerinin de bu üç gerçekten haberleri var idi. Tassubu işliyorlardı, yeni nesillere büyüklerin sözlerine kayıtsız şartsız inanmaları gerektiğini telkin ediyorlardı. Ve karşı mezhebin kesinlikle batıl olduğuna inandırıyorlardı. İçinde tek bir dane-i hakikat olmadığı telkin ediliyordu. O nedenle kendi mezheplerinin akıl ve mantığa, hak ve hakikate dayalı olması şart değildi. Bir takım safsatalardan da olsa önemli değildi.

Maalesef mazi evladının eğitiminee bu üç şey hâkim idi.

Hâlbuki üçü de nazar-ı şeriatta mezmum ve uhuvvet-i İslâmiyeye ve nisbet-i hemcinsiyeye ve teavün-ü fıtrîye münafidir.

Oysaki bu üç şeyin üçü de dinen kabul edilmemiş, reddedilmiş ve kötülenmişti.  Hem İslam kardeşliğine ve cinsi yakınlığa ve fitri yardımlaşmaya zıt idi.

Bugün bilindiği üzere; İslam dini körü körüne inanmayı kabul etmiyor. İnsanları akla ve aklın ortaya çıkardığı bilime göre hareket etmeye yönlendiriyor. Dolayısıyla istibdadın ortaya çıkarmış olduğu bu sonucu kötü gösteriyor. İnsanları böyle davranmamaya teşvik ediyor. Aklınızı kullanın diyor. Bir fikri kabul etmeden önce onun doğru olup olmadığını araştırıp öyle inanın diyor. Hem bu durum müellife göre İslam kardeşliğini de yok ediyor. Akrabaya ve kendi cinsinden olanlara yakın durmayı engelliyor. Özellikle yardımlaşma duygusunu köreltiyor.

Tarafgirlik duygusu bütün himmetleri hapsediyor. Kendi haksız mezhebinin revacına ve yayılmasına sarf ettirdiğinden bir cihette himmetlerin boşa harcanmasına da neden oluyor. Veya güçlü bir mezhep müntesiplerinin hak olduğu halde kendilerine rakip addettikleri başka bir mezhebe yardım elini kesiyor. Oysa İslam dini fertler arasında yardımlaşmayı teşvik ettiği gibi cemaatler arasında da yardımlaşma ve dayanışmayı da emrediyor. Oysa tarafgirlik fikri bu himmeti kırıyor. Ve insanların sadece kendilerine ait mezhebin veya cemaatin faaliyetlerine destek vermelerini salık veriyor.

Baka mezheplere veya -bugünkü ifade ile-  başka cemaatlere yapılacak yardımın hedefine ulaşmadığı fikrini telkin ediyor. Hatta onların dalalette olduklarını söyleyerek hepten düşman gösteriyor.

nurettinhuyut@risalehaber.com

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.