Nurettin Huyut'un röportajı:
Bediüzzaman Vakfı Başkanı Ahmet Rüzgar:
Yarım asırlık bir dava adamı.
Çocukluğunu her çocuk gibi mutlu bir aile ortamında yaşamış
Sinn-i kemale erince İlahi sırları bulma merakı onu arayışa götürmüş.
Bu sayede Risale-i Nurlarla tanışma fırsatı yakalamış.
Risale-i Nurdan bir ders bütün sorularını cevaplamaya yetmiş.
İş hayatı ile fikir hayatını birlikte götürmüş birini diğerine engel görmemiş,
Her zaman davasını ön plana çıkarmış,
Fikrine davasına hizmeti geçim aracı yapmamış,
Davasına hizmet ederken ailesini, geçimini ve dünyevi işlerini ihmal etmemiş, her zaman dengeli götürmüş. Siyaseti davasına hizmetkâr etmek için çalışmış. Siyasi emeller taşımamış, hizipleşmelere, kliklere girmemiş kimseye alet olmamış her zaman doğru bildiklerinin peşinden koşmuş.
Risale-i Nur demiş başkada bir amacı olmamış.
1940 yılında Şanlıurfa'da doğan Rüzgar, ilkokul mezun. 8 çocuk babası. Hayata terzilikle başladı. 25 sene kadar bu mesleği yaptı. Daha sonra 20 sene de kumaş tüccarlığı yaptı. Şimdi ise emlakçılık yapıyor.
Bediüzzaman Vakfı Başkanı olarak vakfın gayesi nedir, anlatır mısınız?
Bediüzzaman Eğitim Kültür ve Sanat Vakfını 1993’te kurduk, temel amacımız öğrencilerin eğitimine destek sağlamak, barınak, iaşe ve burs sağlamak. Bu amaçla Eyyübiye semtinde inşa ettiğimiz 5 katlı bir binamız var. 50-60 kişi barındıracak kapasitede fakir öğrencilere ucuz fiyata kiralıyoruz. Onların yeme, içme, eğitim masrafları gibi harcamalarına katkı sağlıyoruz. Ayrıca, Bediüzzaman ismini almamızın önemli sebebi bu isim Türkiye de olduğu gibi özellikle Urfa’da da tanınan ve sevilen bir isim. Hem burada vefat etmiş ayrıca, bu asrı aydınlatacak mükemmel fikirleri var. Kurduğumuz vakıfla onun hatırasını taze tutmak ve O’nun o parlak fikirlerine hizmet etmek ve yayılmasına katkı sağlamak istedik.
Risale-i Nurları nasıl tanıdınız?
Ben dindar bir ailenin çocuğu olduğumdan küçük yaşlardan itibaren namazlarımızı kılardık, yani biz de dindardık, ancak, büluğ çağına ulaştığımda (13-14 yaşlarında) kafamda bazı sualler oluşmaya başlamıştı, şöyle diyordum kendi kendime “Madem Cenab-ı Allah her şeye kadirdir. O halde bir emirle herkesi Müslüman yapsın ve her şey olup bitsin. Neden Amerikalıya, İngilize, Fransıza müsamaha ile davranıyor. Bunlar neden Müslüman olmadıkları halde bir şey yapmıyor.” Bu sorular ve kafama üşüşen şüpheler nedeniyle bir ara namazdan uzaklaştım. Bir hafta kadar namazı terk ettim. Babam benim bu halimi fark edince bana “neden namaz kılmadığımı” sordu. Ben de gerekçemi söyledim, “bu nedenle kılmıyorum” dedim.
Bana dedi ki, berber dükkânının yanı başında kuyumcular var. Onların terazileri var, altın tartan terazileri, çok hassastır” “Evet, biliyorum” dedim. İşte dedi o terazide odun tartılır mı? “Hayır, tartılmaz” dedim. “İşte” dedi “bu meseleler de öyle ağır meselelerdir, senin kafan bu meseleleri tartamaz, yani anlayamaz. Sen bunları düşünme namazlarına devam et.”
Babama bir şey demedim ama ben tatmin olmamıştım. Daha sonra komşumuz ve benim okul arkadaşım Servet Armağan (Prof. Dr.) vardı. Onunla yaz gecelerinde oturur uzun uzun sohbetler ederdik, özellikle Sanat Okulunun (Meslek Lisesi) bahçesine giderdik güzel bir bahçesi vardı. Kendi imkânlarımızla yaz meyveleri alır, götürür orada hem yer hem sohbet ederdik. Bu meseleleri onunla uzun uzun konuşmamıza, bazen gece geç saatlere kadar tartışmamıza rağmen tatmin olmuyordum. Gece saat 11 -12’lere kadar bu sohbetlerimiz devam ediyordu. O da gençti. Haliyle kendi öğrendikleri kadar, dili döndüğünce bir şeyler anlatıyordu ama beni ikna edemiyordu.
Benim içimde bir boşluk vardı, o boşluğu bir türlü dolduramıyordum. Bir çeşit bunalım gibi bir durum hâsıl olmuştu. Bir gün bana dedi ki, “Nurcular Urfaya gelmiş Pazar günü oraya gidelim.” Olur dedim gidelim. Yıl 1952’ler, ben o yıllarda Risale-i Nurları tanıdım. Pazar günü anlaştığımız ders saatinde buluştuk ve Abdullah Yeğin abinin hizmet ettiği ve kaldığı medrese vardı. Rizvaniye Medresesinin içinde Balıklı Gölün kenarında, penceresi Balıklı Göle bakar çok güzel bir yer. Oraya gittik, derse iştirak ettik. İlk içeri girdiğimde şaşkına döndüm. Çok çok fakirane olmasına rağmen o kadar temiz ve nezihdi ki, anlatmak imkansız, o fakirlikte o temizlik, tabi manevi temizlik de katılınca etkilenmemek mümkün değil.
Oturduk Abdullah abi ders yapmaya başladı. Hiç unutmuyorum Sekizinci Sözü okumuştu, ben dersi dinlerken daha önce sorupta cevap alamadığım tüm suallerime cevaplarımı orada bulmuştum. Haliyle çok rahatlamıştım. Ders bitti Fatiha verildi. Katılanlar yavaş yavaş hareketlenmeye ve kalkmaya başladılar ama ben yerimden kıpırdayamıyorum adeta yere çivilenmiş gibiydim. İyice cazibesine kapılmış kendimden geçmiştim. O ara Servet Hoca “hadi kalk gidelim” dedi. Ama ben kalkamıyordum. Bir iki defa işaret etmesine rağmen ben yerimden kalkamadım. Bu defa gelip omuzumdan tutup kaldırdı. Neyse zorla da olsa kalktım ama bu defa ayaklarım gitmiyor. Biraz gittik tam çıkarken duvara yapıştım gitmek istemiyordum. O çekiyor ben direniyorum kendimi duvara dayadım o çekiştirince duvardan güç alıyordum oraya sürünüyordum, oradan ayrılmak istemiyordum. Fazla ısrar edince “dur hele nereye gidiyoruz, bu çok harika bir eser bunu hiçbir yerde bulamayız” dedim. Baktı ben gitmeyeceğim, “şimdi gidelim akşamla yatsı arasında tekrar ders var o zaman gene geliriz” dedi. Öyle deyince rahatladım zaten evimiz de oraya yakındı akşam gene geldik. Artık hergün gitmeye başladık kaç gün geçti bilemiyorum ama benim tüm vesveselerim ve şüphelerim de geçmişti. Allah’a çok şükür kurtulmuştum. Bugüne kadar da artık hiçbir konuda şüpheye düşmedim Risale-i Nur sayesinde. Akli, fikri her türlü problemlerimi çözdüm.
Üstad ile irtibatınız oldu mu?
Biz hep arzu ediyorduk Üstada gidelim ziyaret edelim diye. Bu isteklerimizi Abdullah abiye açtığımızda bize “gitmenize gerek yok Üstad buraya gelecek, bakın zaten zati eşyalarını göndermiş (yatak, yorgan, kitap gibi şahsi eşyalarını hatta bazı elbiselerini göstermişti) kendisi de gelecek. Söz vermiş ahir ömrünü Urfa’da geçirecek onun için gitmenize gerek yok. Abdullah abi öyle deyince biz de onu aşıp gidemedik.
Bu şahsi eşyaları hala duruyor mu? Duruyorsa nerede ve kimde?
O eşyaların bir kısmı bildiğim kadarıyla Abdulkadir Badıllı abide.
Bediüzzaman’ın Urfa’ya gelişini anlatır mısınız?
1960’da ramazan ayının son günlerine doğru duyduk ki, Üstad gelmiş çok sevindik ve hemen otele koştuk, İpek Palas oteline, ama, bizi içeri almadılar çok kalabalıktı kimseyi bırakmıyorlardı. Emniyet fazlasıyla evham ediyordu. Her türlü önlemi almıştı. Hatta İçişleri bakanlığından sürekli emir geliyordu, derhal geri götürülsün diye. Zübeyir abi, Bayram abi, Hüsnü abi Üstadı getirmişlerdi. Emniyet fazla baskı yapınca Üstad da hasta zaten, Abdullah ağabeyler doktor getirdiler.
Doktor rapor verdi “42 derece ateşi var, o nedenle hiçbir yere götürülemez, seyahat edemez” diye. Bu arada halk da çok gergin, geri götürülmek istenmesine karşı çok tepkiliydi. Hatta, Demokrat İl Başkanı Mehmet Hatipoğlu, halkın bu tepkisine tercüman olmak adına Emniyet Müdürünün odasına girmiş ve silahı masanın üzerine koyarak “Müdür bey, Urfa’da herhangi bir hadise olursa mesulü sensin, bu mübarek zatı rahatsız etmeyin” tarzında bir tepkide bulunmuştu. Adnan Menderes’e ulaşmak isteniyordu ama o günlerde yurt gezisine çıktığı için ulaşmak mümkün olmadı. Halk tepkisini telefon, telgraf çekmek suretiyle gösteriyordu. O günün şartlarında çokça telgraf çekilmişti Ankara’ya, Fakat İçişleri Bakanı Namık Gedik, sürekli Valiyi arayarak emirler yağdırıyordu “durdurmayın derhal geri Isparta’ya gönderilsin” diye. Vali otele geliyor oradaki kalabalığı görünce her taraf insan kaynıyordu, çevre illerden duyan gelmişti. Vali Nur talebeleriyle Ankara arasında kaldı, ne yapacağını şaşırmıştı. Çaresizdi bu arada doktor raporu gelince biraz rahatlamış oldu. Artık gerekçesi vardı. Bu hengâme içinde iki gün bekledik, üçüncü gün duyduk ki, 23 Mart 1960 sabahı Üstad Vefat etmiş.
Dolayısiyle hayattayken görüşmek imkanı olmadı. Daha sonra Dergah Camiine götürülmek yıkamak, kefenlemek üzere hazırlık yapıldı, bir tabut getirilmişti onunla taşınacaktı. Otelden çıkınca ben tabutu taşımak istedim, bunun için büyük bir gayretle yaklaşmak istedim ama tabuta bir metre kala benim ayaklarım yerden kesildi artık yere inemedim öylece beni Postanenin önüne kadar götürdüler, ellerim havada öylece oraya kadar yere inemedim. Ancak orada ayaklarımın yere değdiğini fark ettim.
(Devam edecek)