“Laiklik bizde 1928'den beri Anayasamızın hâkim umdeleri arasına girmekle beraber, vatandaşlarımız için çözülmez bir muamma şeklini almıştır.”
Ali Fuâd BAŞGİL
Aziz Augustin bize iki tür devletten bahseder: "Dünya devleti" ve "Tanrı devleti". Tanrı devletinde ebedî sürûr ve huzur, dünya devletinde acı ve entrika vardır. Dostluk ve sevginin harmanlandığı bir devletin ortaya çıkması uğruna, dünya devletine karşı savaşmalı, didişmeli, hatta onu savunanlara işkence yapmalısınız. Haçlı Seferleri'nden Ortaçağ'ın Engizisyon Mahkemelerine kadar bir dizi realiteyi doğuran prensiplerin mantalitesini işte bu bakış açısı oluşturmaktadır.
Saint Thomas içinse insanın direnmeye olan tarafı; yani aklıdır hükümet etmede esas olan. Birey yönetimde söz sahibi olmalı, kendi kendini yönetebilmeli;ancak siyasal iktidarın temeli yine de tanrıya dayanmalıdır. Çünkü "Vox Populi, Vox Die/Halkın sesi Hakkın sesidir". Tanrı, iktidarı, halkın aracılığıyla devletin başında bulunan sınıflara verir.
Nâkıb el-Attas'a göre sekülarizm demek aklın din ve metafiziğin denetiminden kurtarılması; hayatla ilintili olan bütün alanların, siyaset, bilim, iktisat, kültür vesairenin bu iki kavramdan izole edilmesi demektir.Neredeyse sinonim denebilecek iki kelime olan Laiklik ve Sekülarizm'den -Bünyamin Duran'a bakılırsa- ilki siyaset alanındaki, ikincisi kültür ve bilim konusundaki lâdinîliği ifade etmektedir (1). Aristokrasiye ve hânedana olan ihtiyacın kalkması nasıl önümüzde bizi demokrasiye götürebilecek bir yol açıyorsa, dine ve din adamına olan ihtiyacımızın kalmamasıyla da laikliğin sahrasına ayak basıyoruz demektir.
Batı'nın tarihi bir sınıflar çatışması tarihidir. Kral ve aristokratlardan ruhbân kademesini oluşturan Kilise ahâlisine, burjuva kesiminden mazlum ve mağlup halk kitlelerine kadar herkes bir dedikodu platformunun içinde kendi kader alanlarını korumak ve çoğaltmak için mücadele etmektedirler. Hangi felsefÎ düstura bakarsanız bakın, bu karmaşanın izlerini görürsünüz. İnsanı küçük bir amino asid'in basitâne hayatına indirgeyen Evrim Teorisi'nden, "İnsan insanın kurdudur"a (2); tanrıyı tabiâtın kendisi olarak gören Deizm'den Kartezyen Felsefe'ye kadar her bir düşünce işte bu mücadele psikolojisinde ortaya çıkmışlardır.Yavaş ve rahatsız etmeyen bir sirâyetle Ortaçağ Avrupası'ndan Modern bir Avrupa'ya geçişin tarihi 12.yüzyıldan başlar.Bir anlamda hakimiyeti Romalı müşriklerin uhdesinden almayı başarabilen Kilise'nin elinden tekrar geri almak çabasıdır Sekülarizm. İlk sekülerlerin paganist (çok tanrıcı) inançlara sahip Roma'lılar içinde yeşeren hristiyan dindarlar olarak ele alınması şaşırtıcı bir durumdur. Romalılar hürriyetperver ve çok merkezli sistemi icra eden topluluklardan oluşan büyük bir organizasyondular. Hristiyanlar ise paganist Romalılar'a göre dinsiz bir topluluktu. Çünkü bilinen tanrılardan hiçbirisine inanmıyorlardı. Kral Konstantin'in, iktidarını korumak için, çabuk yayılan bu yeni dinle mücadeleden kaçıp bir diyalog zemini kurmaya girişmesine, Kilisenin onu kutsayarak cevap verişi, insanlık tarihini derinden etkileyecek bir sürecin başlangıcına denk düşer. Bu musâlahanın ise devletin hristiyanlaşmasına ve Kilise'nin paganist kültürün etkisinde kalıp bozulma ve parçalanma devresine ayak basması mânâsına geldiği çok daha sonraları anlaşılacaktır.
Roma'nın Hristiyanlı'ğı bir din olarak kabul edip ona çeşitli imtiyâzlar vermesinden sonra artık resmîleşen bir din ile, köklerine dönmeyi refleks haline getiren "otantik ve mürteci" bir hristiyanlığın oluşmaya başladığına şâhit oluyoruz. Paganist kültürün etkisindeki hristiyanlık İsa aleyhisselâmın tanrı olduğuna inanmaya itilirken otantik dünyadan bir serzeniş, Keşiş Aryüs'ün mûteriz sesi yükseliyor. Halk arasında deverân edip Hz.İsa'dan hatıralar rivâyet eden ve İncil'in parçalarından ayetler okuyan gezginci rahiplerle kurumlaşmış Kilise arasında başlayan sürtüşme; hükümete sırtını dayayan tarafın galibiyetiyle sona erecek; yüzü aşkın yazılmış İncil taklitleri de İznik Konsülü'nde dört'e indirilecektir. İşte sekülarizm denilen kavramın kendini ilk hissettirdiği mekan, Kilise'dir. Ali Fuâd arzettiği üzere Katolik dünyasında insanların bir kısmına "clerge" denilmektedir ki, bunlar din adamı sıfatını taşırlar. Bu sınıf da kendi içinde ikiye ayrılmakta; "regulier" denilen ve kiliseye kapanıp zâhidâne yaşayan rahipler birinci gurubu, "seculier" denilen, halk içine karışıp onlara dinî hususları öğreten papaz ve piskoposlar da ikinci gurubu oluşturmaktadırlar. Ruhâniler sınıfının bu iki zümresinden birisine mensup olmayan; zâhit veya papaz sıfatı almayan hristiyanlara ise lâik denilmektedir. Kelimenin bu ilk ve aslî manası ve ruhânî mahiyet taşımayan fikir, müessese, prensip, hukuk ve ahlâka da laik denilmiştir. Mesela temel esaslarını ve hukukunu ilâhî olana dayandırmayan devlet "laik devlet" olarak bilinmektedir. Bizde Meşrutiyet yıllarında giren bu kelime, dilimize önce "lâdinî" (3) olarak tercüme edilmiştir.
Sekülarizm ve daha özelde Lâisizm, başlangıçta dinî yaşantı ve düşüncenin halka mal edilme mücadelesinin ve devlet otoritesiyle kaynaşmış hristiyanlığın da bu içiçelikten kurtarılmasının ifadesidir. Bu hususta mühim bir fonksiyon ifa etmiş olanların hristiyan olmayan, yahudi veya ateist kişiler olmaları, bizlere sekülarist yapının ortaya çıkarılışının Hristiyanlığın dışında olan bir takım ögelere dayandığını gösteriyor. Devletin içeriğini oluşturan resmî ve dinî otoritenin bölünmesi demek, siyasal yapının zayıflaması ve aristokrat sınıfından olmayan burjuva sınıfının güç kazanması demek olacaktı. McIntyre'ın, sekülerleşme olgusuna kırsal kesimin toplumsal ahlakını bozan kentleşme ve sanayileşme süreci" olarak bakması bu sebeptendir. Max Weber'in Katolik dünyasına karşı protestan düşünceyi alkışlaması, seküler bir dünyanın kapitalist zihin yapısıyla olan münâsebetinin daha uyumlu olabileceğini düşünmesindendir. Para aynasından bakıldığında serveti "kir" olarak tanımlayan bir neslin, Benjamin Franklin'den sonra, onu bizi Allah'a yakınlaştıran bir vâsıta olduğunu düşümeye başladığı keskin bir dönemeçtir sekülarizm. Görüleceği üzere "din dışılık"a olan Avrupâî iştahânın altında böylesine farklı politik ve sosyo-ekonomik sebepler yatmaktadır.
Sekülarizmin ve laik düşüncenin gelişmesinin iki önemli âmili hesâbî düşüncenin ve burjuvazi ekonomisinin gelişmesidir. Feodalitenin kucağında hayatını idâme ettiren avrupa teokratik düşüncenin de saltanatına saygı duyuyordu. Kilise, krallardan da, aristokratlardan da, feodal beylerden de daha güçlü ve daha zengin bir konumdaydı. Ortaçağ'ın korsanlıkla, eşkiyalık ve ticaretle geçinen burjuvazisi zamanla ekonomik yönden gelişti. Tarımsal ekonomiye göbekten bağlı feodal beylere ve toprak mülkiyetini elinde tutan Kilise'ye karşı, ticaretle ve küçük sanayi birimleri ile üstünlük kurmaya başlayan burjuva (4); karşısında Kilise-Feodal cephesini buldu. Ancak, azınlıkları, yahudileri, aç ve sefâlet içindeki halk yığınlarını ve bir kısım aydınları arkasına katabilen burjuva, avrupanın pekçok yerinde siyasal bir egemenlik de elde etti. Özellikle Fransız İhtilal'i burjuvazinin zaferinin taht ve tâcı oldu. Modern anlamda Laiklik, kendisini özelde Kilise'ye genelde din faktöriyeline karşı bir kalkan olarak kullanan; ve artık sadece Avrupa'da değil hemen dünyanın bütününde dizginleri ele geçirmiş burjuva sınıfının zihinlerinde yeşermiş ve olgunlaşmıştı.
Ritüelden, sembolden ve metafizikten yoksun bırakılan batılı insan, sonunda burjuva iktisâdiyâtına uygun bir beşer olarak ekonomik insana dönüşecektir. Bu durumun devamını sağlayan ve dine dönüşü zorlaştıran bir unsur olarak laiklik, imânî husûsiyetleri kişiselleştirerek inanç derecesine, insanı "amel" eden değil sadece "zan" eden bir varlık derekesine düşüren mekanizmanın adıdır. Burjuvazinin temel insan tipi olan ekonomik insanı üretmekte aracılık etmiş olan protestanlık, bir taraftan Hristiyan Dini'nin Kilise'nin hakimiyeti altından bir derece kurtarılmasını netice vererek iyi bir hizmet vermiş; öte yandan da bahsedilen "insanî düşüş"ün zeminini oluşturmuştur. Erich Fromm'un Endüstriyel Din olarak isimlendirdiği burjuvaji inanç sistemi, gerçekte Din'in bilinen klâsik özelliklerinden hiçbirisiyle uyuşmamakta; üstelik bireyi ve metâfiziği devâsa holdinglerin, seküler karakterli sosyopolitik ve ekonomik yapının içinde yalnız, çaresiz, amaçsız ve fıtratına ecnebî kalan bir hale sokmaktadır. Weber'in "büyüden kurtuluş" olarak nitelediği sekülarizm; homo ekonomicus (5) haline gelişimizin hikâyesidir. Modern dünya, burjuva sınıfının desteklediği bürokratların ve teknokratların şekillendirmesiyle meydana gelen, yüzünde saldıran cehennemi ile hayatlarımızı tarûmar eden Dehşet Çağı'nın dünyasıdır.
Onyedinci ve onsekizinci yüzyıl tanrı, papa ve kral üzerine bina edilmiş otoriteye karşı ayaklanışın asırlarıdır. Bireyselliği ve kişi özgürlüğünü, rasyonalizmi, ulusallaşmayı, pragmatizm ve determinizmi, doğa yasalarını, ilerlemeyi, bilimsel bilgiyi savunan seküler zihniyet dinde reform taraftarı papazların, burjuva kesiminin, bir kısım aristokratların, Kilise denetimindeki ilahiyât okullarının yerini alan hümanitelerde yetişen halk ile aydınlar ve politikacıların oluşturduğu karmaşık ve çapraşık bir yapı arzetmekteydi. Sekülarizmin felsefî başlangıcını eşyânın maddîleştirilmesi; daha sonra da alemin mekanik olarak işleyen bir düzenek halinde kurgulanması oluşturur. Bu bakımdan Newton'un mekanik evren tanımlaması mühim bir kırılmayı ifade etmektedir. Artık makyavelist, pragmatist,rasyonalist ve determinist, kendi hakikât ine yabancılaşmış bir insan tipinin oluşması kaçınılmaz olacaktır. Alexis Carrel'in ifadesiyle insanın neyi niçin yaptığını, neden yaşadığını, bu alemde anlam ve amacının ne olduğunu farkedememesidir yabancılaşma (6). Yabancılaşmayla atbaşı giden diğer bir husus ise inancın zayıflayıp yok olması, hatta çoğu zaman ateizme ve din düşmanlığına dönülmesidir. Avrupa'da, Laikliğin ve sekülarizmin bize "dinsizlik" olarak aktarılmasını kolaylaştıran iki zümreden söz edilebilir: Ansiklopedistler ve Materyalistler... Bunlar din meselesinin ruhânilerce halkı istismâr için uydurulmuş bir efsane olduğunu söylüyorlardı (7). Aslında karşı cephesinde yer alıp Fransız İhtilâli'nde yerle bir edecekleri iktidara karşı endirekt bir eleştiri olarak, iktidarın dayanağı olan din unsurunu, yani Kilise'yi hedef seçtiklerinden bu tarzda konuşuyorlardı.
Organik yani besleyip büyüten ve insanlığa karşı şefkatle muamele eden tabiat felsefesinden, kendisine hükmedilmesi gereken, mekanik bir makinanın çarkları misali kendisini devam ettirmekte olan doğa fikrini benimseyiş, sekülarizmin bilimsel alandaki oluşumunu ifade eder. Aristo'nun geniş içerikli tabiat felsefesini hristiyan teolojisiyle şerheden Thomas Aqiunas bu anlamda bir değişimin ilk karakteridir. O'nun kurgusu akla ve inanca dayanıyordu. Francis Bacon, Copernicus, Isaac Newton ve Galile ileri sürdükleri görüşlerle bu zihin yapısını darmadağın ettiler. İşte çağdaş anlamdaki sekülarizmin bilimsel temelleri onların ileri sürdüğü teorilerle beslenmektedir. Kilise'ye karşı özgürlüğün bayraktarlığını yapan Bilim de günümüzde artık Kiliseleşmiş yapısıyla, modern engizisyon teknikleriyle hayatımıza, aklımıza ve kalbimize hükmetmektedir. Kendimizi sınırlamayı ve ihtiyaçlarımıza ve isteklerimize mesafe koymayı öğütleyen "din"den mahrum oluşumuz bizi zevkperestliğin dâ'mına düşürmüştür. Modern dünya kuvve-i şeheviyyenin ifrât düzeyde kullanılmasına methiyeler düzen adamların zihinlerinde ürettikleri bir atmosferin içinde gelişmiştir (8). "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" anlayışı; Allah'ı yok farzedenlerin benliklerinden fışkırmıştır. Seküler ve profan karakterli modern devlet tam bir antanogizmik (9), dediğim dedikçi bir eda ile hareket eder ve hayatın mihengine kendini yerleştirir. "Yatırımlarla, açtığı iş sahalarıyla memuriyetlerle vatandaşını o doyurur. Adaletin kaynağı odur; hapishaneleriyle, mahkemelerinde boyun eğmeyenleri cezalandırır. Bilgi'nin kaynağı odur; yaygın ve örgün eğitim sistemiyle vatandaşlarını o bilgilendirir. İç ve dış düşmanlara karşı savunma ve korunmanın (hıfzın) kaynağı odur; milli ordu ve savunma sanayii sınırları korumak için vardır. Hastahaneleri ve sigorta sistemiyle şifanın da kaynağı odur" (10). Hâlbuki bu sıfatların gerçek sahibi Allah'tır (cc) (11).
Hukukunu lâik olarak vasıflandıran seküler modern devleti müminler nazarında "problemli" kılan husus, mensub oldukları dinlerin şeriâtlarına ters düşen kanunlar yapması değil; çok daha ileri gidip, kendisi ile Allah arasındaki nisbeti kesip, kendisini Şâri-i Hakiki olarak öne sürmesidir. Devlet adına evlenilip boşanılacak, devlet adına adalet tesis edilecek, eğitim düzenlenecek, suçlular devlet adına cezalandırılacak, vergi devlet adına toplanılacak ve hâkezâ. Devletin böylesine ilahî özelliklerinden soyutlanması, önce insanın yaratıcıyla bağlarının koparılması,daha sonrasında da bilim vasıtasıyla çevrenin de semâvî içeriğinin ve Fâtır ile nisbetinin kırılmasıyla, yani sekülerleşmeyle birlikte olmuştur. Hegel'in ifadesiyle "devlet cisimleşmiş bir tanrı"dır; sadece neyin doğru olduğuna karar veren merci değil, aynı zamanda doğru olan şeyin cisimleşmiş şeklidir.
Rasyonalizm ve Sekülarizmin bir terkibi olan modern dünyanın, geleneği kendisine dönüştürebilmesi için, dinin toplumsal birleştirici ve şekil verici rolünü zayıflatan bir unsur olarak Laik Düşünce'yi ve Seküler Devlet Yapısı'nı yaygınlaştırmaya çalışması gerekiyordu. Laiklik'in, gerçekte din ve devlet işlerini ayıracak bir husus olmaktan çok; modernitenin kendisini daha çabuk ve daha kolay kabul ettirebileceği ve dinin birinci derece belirleyici elementer olduğu geleneğin topraklarında, onun etkisini kırıcı bir küvez işlevini yüklenmesi bu sebeptendir. Sekülarizm ise dinî yaşantının önüne yerleştirilmiş kalın bir duvar işlevini görmekte kullanılacaktır.
Dipnotlar:
1) Köprü Dergisi Yaz-95 sayısı.sh.3
2) “Homo homini lupus est”. İlk kez Romalı şair Plautus tarafından kullanılmış; sonra da Hobbes tarafından şimdiki modern anlamına sokulmuş; devlet kurulmadan önce insanlar arasındaki anarşik düzeni anlatan bir söz.
3) "Din ve Laiklik", sh.164, Ali Fuad BAŞGİL
4) Burjuva: Geniş bir çerçevede,Avrupa'da yeni kapitalist sistemde girişimci olarak ortaya çıkan; eski sistemin egemen sınıflarıyla yeni kapitalist sistemin işçi sınıfının karşısında yer alan orta sınıf.
5) Elindeki imkanlardan en yüksek konforu ve tatmini sağlamaya çabalayan iktisâdî insan.
6) İnsan Denen Meçhul,.sh.38
7) Dini ilk icat eden kimdir? sorusuna, Voltaire "Günün birinde bir ahmağa rastlayan bir hilekârdır" cevabını veriyordu.
8) Bediüzzaman şöyle der: "Evet hakiki terakkî ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hatta hayal ve sâir kuvvelerin hayat-ı ebediyyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine layık hususi bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktır. Yoksa ehl-i dalâletin (sapıtmışlar zümresinin) terakkî (ilerleme) zannettikleri, hayât-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hatta en süflîsini tatmak için bütün letâifini (duyularını), kalp ve aklını nefs-i emmâreye (kötü şeylere yönlendiren nefse) musahhar (emrine amâde) edip yardımcı verse;o terakkî değil sukûttur (alçalmaktır). Sözler s.300 Yine "İnsan, bu dünyaya ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek (olgunlaşma, mükemmelleşme, hakiki anlam ve vazifesine en uygun hale gelme) için gelmiştir" demektedir. (Sözler sh.494)
9) Sınıflar, inançlar, otoriteler..arsında bulunan uzlaşmaz durum.
10) Murat Çiftkaya, Köprü, Bahar'97.sh.61"
11)"Ezel ve Ebed sultânı olan Cenab-ı Hak, saltanatında şerîki (ortağı) olmadığı gibi, icraât-ı rubûbiyetinde (ilah oluşundan kaynaklanan uygulamalarında) dâhi muînlere (yardımcılara), şerîklere (ortaklara) muhtaç değildir. Emir ve iradesi, havl ve kuvveti olmazsa; hiçbirşey hiçbirşeye müdahale edemez. Doğrudan doğruya herkes O'na müracaat edebilir." Nursî, Mektubat, sh.206.