O kıraç günden bir önceki gece, gümüş kâsede sunulan sütü içmek istemiş, fakat sütün manşetlerinde denizlerin ortasındaki adalar gibi ufak kütleler görünce sütün bozulmuş olabileceğini düşünerek vazgeçmiştim.
Hevesi yarıda kalmış bir adamın halsizliğiyle karyolama büzüldüğümde kendimi sulu sepken bir rüyanın içinde buldum.
On Sekizinci Mektup Risalesini okuyordum. Rüyamda güya ben bir arıydım. Yanımda içi sütle dolu bir kâse, onun üzerine uzatılmış yedi delikli bir ney vardı. Sütün kokusu bal gibi beni kendine çekiyordu. Ne var ki geçen gece sütün içinde gördüğümü sandığım ada gibi kütlelerden midir; süte karşı rüyada da tedirginlik duyuyordum.
Kalktım, ürkek bir ceylan gibi süte doğru uçtum. Az sonra neyin üzerine kondum. Bir süre etrafı seyrettim. Korku veya endişe verecek bir durum gözükmüyordu. Neyin delikleri süte bakıyordu. Bunu fark edince, neyin uç kısmından içine girdim. Deliklere yaklaşıp sütü seyretmeye başladım.
Süte bakışım neyzen bakışı gibiydi. Göz ucuyla, tedirgin ve üzgün bir bakış… Süt gözümde kah nefs, kah nefis görünüyordu. O bakıştan mıdır, sanki her şey yedi perdeli bir film gibi görünüyordu gözüme. Her delikte bunun bir perdesi gözümün önünden kalkıyordu. Dolayısıyla her delikte sütün farklı farklı hallerini görüyordum.
Mesela birinci delikte önüme öyle bir perde açıldı ki, sütün kokusunu iliklerime kadar duydum. Bu, koku perdesiydi; nefsin kokusu... İnsanı kötülüğe sevk eden hayvani nefs-i emmarenin kokusu. Kim bilir, belki diğer deliklerde görme, işitme, tatma, dokunma gibi perdeler karşıma çıkacak, belki de çok daha öte şu an insanüstü gibi gelen şeylerden oluşan perdeler çıkacaktı. Ama bunları düşünecek durumda değildim.
Hemen delikten süte balıklama atlamak istedim. Birden ayağım kaydı. Dengemi kaybedip, baş aşağı kâsesinin içine düşünce, ikinci bir rüya daha gördüm. Van Kalesinden denize doğru düşerken “davam” diye haykıran adamın sesi yankılanıyordu kâsenin yüzünde.
Rüya içinde rüyadaydım. İç rüyamda Barla Denizi gibi bir süt denizi içindeydim. Sütün üzerinde bir saman çöpü vardı. Ondan kendime sandal yaptım. Sandala bindim. Güya benim irili ufaklı birçok adacığım vardı da onları görmek için limandan ayrılıyordum.
Denizde yol alıyordum. Henüz bir ada ile karşılaşmamıştım. Limandan, yani kendimden biraz uzaklaşınca adaları görmeye başladım. İrili ufaklı tam doksan dokuz ada saydım. Hepsinin üzerinde farklı farklı hayvanlar ve bitkiler vardı. Hepsi ayrı bir dünya, hepsi ayrı bir alemdi.
Yolumun üzerindeki ilk adaya doğru ilerledim. Kalp şeklinde bir adaydı bu. Üzerinde bir kadın silueti bulut gibi dolaşıyor, bir bayrak gibi dalgalanıyordu. Kadın yerinde duramıyor, ben yerimde duramıyordum. Biraz korku, biraz umutla adaya yaklaştım. Ben yaklaştıkça, kadın benden uzaklaşıyordu sanki.
Adaya vardığımda kadın bir sonraki adanın üzerinde görünmeye başladı. Şaşırdım. Bu şaşkınlık ve hayal kırıklığı ile dengemi kaybettim, alabora oldum. Dalgalarla boğuşa boğuşa, kah kayalara, kah başka deniz varlıklarına vura vura karaya oturdum.
Sandaldan indim. Yaşadıklarıma inanamıyordum. O adayı ve kadını unutamıyordum. Adalara doğru döndüm. Baktım; ortada ne ada vardı, ne de kadın.
Az sonra Üstadıma benzeyen birinin sütün ufkunda elinde bir kâse sütle göverdiğini fark ettim. Üstadım sütü karıştırıyor, sesler dalga dalga rüyamı kuşatıyordu.
Uyandım...
Rüyamdaki kaşık sesleri biterken, başımın üzerinde dolaşan kaşık sesleri duydum.
Aralarında Tahiri Mutlu, Zübeyir Gündüzalp, Ceylan Çalışkan ve Bayram Yüksel’in de bulunduğu birkaç şakirt kâselerde süt içiyorlar, sütlüce çiçeklerini kokluyorlardı.
Uyandığımı fark edince hep birlikte “Üstadımız sana süt ve sütlüce çiçeği gönderdi. ‘Selam söyleyin Mustafa Sungur’uma. Gelsin artık, çok özledim. Bak herkes burada, bir tek o yok.’ dedi. Haydi, medreseye-i nuriyeye dönelim. Haydi cennete, üstadımıza gidelim’ dediler.
Gülümsedim.
“Demek”, dedim “Üstadım beni hala sütten kesmemiş. Haydi gidelim Üstadıma doğru…”