Selef-i Salihin esprisi

Mehmet EVREN

Geçenlerde bir vesileyle dostlarımdan birini ziyaret etmeye gittim. Kendisini çalışma odasında görmeyince karşı odada sesini duydum, odaya geçtim, selam verdim. Hoşbeşten sonra hocam buyurun burada oturabiliriz, arkadaşlar yabancı değil aynı meslek grubundansınız dedi ve oturdum. Arkadaşlarla tanıştırdıktan sonra, hocam biz “Selef-i Salîhin” konusu üzerinde sohbet ediyorduk. Buyurun siz de iştirak edebilirsiniz dediler. “Selef-i Salîhin”in neyini konuşuyorsunuz dedim. 

O zamanda, İmam-ı Azam, İmam-ı Şafii, Mevlana, İmam-ı Rabbani gibi şahsiyetler yetişmiş; o halde bizim onlardan farkımız nedir? Neden bu zamanda biz bir İmam-ı Azam, Bir İmam-ı Şafi yetiştiremiyoruz? Biz de istersek onlar gibi şahsiyetler yetiştirebiliriz diyoruz. Ne dersiniz? Sorusunun cevabını bulmaya çalışıyorlardı. Beni de konuya dâhil ettiler.  Ben de isterseniz önce “Selef-i Salihin” kimdir? Sorusuna açıklık getirelim, diyerek söze başladım:

Malumunuz  “Selef”; kelime olarak; öncekiler anlamına gelir. Salih ise; iyi, dini emirlere uyan ve Allah’ın rızasına kavuşmuş insanlar için söylenen bir terimdir. Terim olarak “selef-i salihin”; başta sahabe, tabiin ve Tebe-i Tabiin döneminde yaşamış salih ve hayırlı insanları içine alan bir kavramdır. Yani tarih olarak Asr-ı Saadet, dört halife ve ona yakın olan son iki asırda yaşamış bütün hayırlı ve salih insanlar, selef-i salihin kapsamına girer. Sahabelerin tamamı, dört mezhep imamları, muhaddisler, müçtehitlerin büyük bir kısmı bu dönemde yaşamış. Bu dönem manevi açıdan çok zengin, münbit ve verimli bir dönem olmuştur. Verimli olmasının sebebi de; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı döneme yakın bir dönem olmasıdır. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bu asırlarda yaşayanları hayırla yâd etmiş. “Ümmetimin en hayırlıları, benim zamanımda yaşayan Sahabelerdir. Ondan sonra, onlardan sonra gelen nesildir ve ondan sonra hayırlı olanlar da, onlardan sonraki nesildir”[1] buyurmuş. Bir çok hadis-i şeriflerde peygamberimizden (a.s.m.) sonra üç yüz sene akıl, ilim, adalet ve hürriyetin hâkim olacağı, “Sahabe, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn” devrinin en hayırlı dönem olduğu açık bir şekilde ifade edilir. Ondan sonra taklitçilik dönemi başlamıştır. Sonra, yalan asrı gelir. Şahitlikleri yeminlerinin, yeminleri de şahitliklerinin önüne geçen sözünde durmayan asrı; yalan, yalan yere yemin ve yalancı şahidlik çağı başlar. "Sahabe, Tabiin ve Tebe-i Tabiin Asrı" yalanın olmadığı ve yalandan alabildiğine uzak ve arındırılmış asırdır. “Sahâbeler, ekseriyet-i mutlaka itibarıyla, kemâlât-ı insaniyenin en âlâ derecesindedirler. Çünkü o zamanda, o büyük İslamî inkılabta, hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve bâtıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddeten hissedilmiş. Şer ve hayır ortasında öyle bir ayrılık ve kizb ve sıdk mabeyninde (arasında) öyle bir mesafe açılmıştı ki, küfür ve iman kadar, belki Cehennem ve Cennet kadar beynleri (araları) uzaklaştı” Tebe-i tabiinden sonra yalan ortaya çıkmaya başladı. “O zamandan sonra, git gide ve gele gele, sıdk ve kizb (yalan ve doğruluk) ortasındaki mesafe azala azala, omuz omuza geldi. Bir dükkânda ikisi beraber satılmaya başladığı gibi, ahlâk-ı içtimaiye (toplum ahlakı) bozuldu. Propaganda-i siyaset, yalana fazla revaç verdi. Yalanın müthiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladı.”[2]

“Selef-i Salihin” ile ilgili açıklamalar yapıldıktan sonra kısmen konu açıklığa kavuşmuş oldu. Ancak cevabın açılımına biraz daha ihtiyaç vardı, geri kalan kısmını da Risale-i Nurda Yirmi Yedinci Söz olan ‘İctihad Risalesi’nden istifade ettiğim kadarıyla anlatmaya çalıştım: “Selef-i Salihîn”in yaşadığı dönem farklıydı. Onların zamanında en yaygın olan düşünce; sadece Cenabb-ı Hakkın rızasını elde etmek ve Kur’an’dan ve O’nun rızasına uygun hükümler çıkarmaya çalışmaktı. Öyle ki "Sahabeler ve Tâbiînler, ibadette öyle bir dereceye gelmişler ki, ruhlarındaki nuraniyet yüzlerinde parlamış ve çok secde ettiklerinden alınlarında velâyet mührünün izleri açık bir şekilde görünüyordu.”[3]  Evet, “o dönemde, o kadar acip fitneler ve siyasi çalkantılar içinde, gece ve gündüzde Zeynelâbidin gibi bin rekât namaz kılan ve Tâus-u Yemeni gibi kırk sene yatsı abdestiyle sabah namazını kılan çok mühim pek çok zatlar yetişmiş.”[4]

 

Onların bütün gayeleri, Kur’an ve Nübüvvet nuruyla âhiret âlemine ait sonsuz saadeti kazanmanın yollarını aramak ve vesilelerini elde etmekti. O zamanda zihinler, kalpler, ruhlar, bütün varlığıyla “Yerlerin ve göklerin Rabbi” olan Yüce Allah’ın insanlardan ne istediğini anlamaya yönelmişti. Bütün toplantıların sohbet konuları, fikrî alış verişler, hal ve hareketler, davranışlar tamamen bu konulara odaklanmıştı. Olaylar bu konular üzerine gelişiyor ve bina ediliyordu. İnsanların kalpleri ve fıtratları, farkında olmadan her şeyden bir marifet dersi alıyordu. Güya her bir şey ona bir öğretici hükmüne geçip, onun fıtratını ve istidadını Kur’andan hüküm çıkarmaya hazırlıyordu. Onların zamanında öyle manevi bir atmosfer vardı ki; çalışmaksızın ictihad kabiliyetine sahib oluyorlardı. İşte, böyle bir ortamda fıtrî bir ders alan kabiliyetler, içtihada çalışmaya başladığı zaman, kibrit hükmüne geçen istidadı, birden nurlanıp, çabuk ve kısa bir zamanda müçtehid oluyorlardı.

Amma bu zamanda, Avrupa medeniyetinin baskısı ve etkisiyle mataryalist düşünce musallat olmakta, dünyaya ait hayat şartlarının ağırlaşmasıyla fikir ve kalplerde bir dağınıklık meydana gelmektedir. Bunun için de gayret ve yardımlar bölünüyor,  zihinler mâneviyâttan uzaklaşmaya ve yabanîleşmeye başlamış. İnsanlar dünyevileşmiş, ahiret hayatını geri plana, dünya hayatını ön plana almış. Gerekirse dünya çıkarları için yalana ve günaha gözünü kapatarak gire biliyor. İbadetlerde tembellik yapıyor, gerekirse sonra da yapsak olur diye biliyor, hatta çoğu zaman terk edebiliyor. “İşte bunun içindir ki, bu zamanda birisi, dört yaşında Kur'ân'ı ezberleyip âlimlerle mübahase eden Süfyan ibn-i Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsına yetişmesi için Süfyan'ın müctehid olduğu zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan on senede içtihadı tahsil etmişse, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünkü Süfyan'ın fıtri eğitiminin başlangıcı, ergenlik çağında başlar. Yavaş yavaş istidadı müheyyâ olur, nurlanır, her şeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Amma onun naziri (benzerleri), şu zamanda, zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviye ile sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış. Onun için, "Ben de onun gibi zekîyim, niçin ona yetişemiyorum?"[5] diyemez ve demeye hakkı da yoktur. Bu konular hassas konulardır. Onun için günümüzde ilim adamları, dinî meselerde, kendi hisleri ile hareket etmemeli ve şahsî yorumlarını esas kriterlerin yerine koymamalı; her hususta hakperest olmalı ve hakta ittifaka talip olmalıdırlar. Çünkü  “Kur’ân ayna ister, vekil istemez: Kitaplar ve içtihadlar Kur’ân’a dürbün olmalı, ayna olmalı; gölge ve vekil olmamalı.” [6]



[1] Buhârî, Fedâilu’s-Sahabe, I, Rikâk, 7 

[2] Sözler 27. Söz, İcthad Bahsi

[3] Adı geçen Eser

[4] Lemalar, Yedinci Lema, Altıncısı

[5]  Sözler 27. Söz, İcthad  ve Sahabe Bahsi

[6] Lemaat

 

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.