Rahmetlik Necip Fazıl’ın çok eserinde “kuru akıl” tâbiri sık geçer; “ham yobaz, kaba softa” diye târif ettiği tipin bir “prototipinin” de İslam’ı “kuru akıl”la anlamaya kalkan bu tipler olduğunu ifade eder.
Bir “şair-i âzam”dan misal getirmek, bazılarınca yadırgansa da, edebiyatın dinî izahlardan uzak olamayacağını kabul eden bir meslek salikinin bu hali çoklarınca da anlaşılır kanaatındayım. Hele serde biraz edebiyatçılık da varsa...
Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin (R.A) Münazarat’ta bir tâbiri var: “Dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan bazı insanlar...”
Çok zaman okuduğumuz ve anladığımızı sandığımız ifadedeki “akıl” kelimesidir zihnimizi kurcalayan.
“O halde mütemadiyen ömür dakikaları, huzur içinde bir ibadet hükmüne getirilebilir. İşte bu cadde-i kübra, velayet-i kübra olan ehl-i veraset-i nübüvvet olan sahabe ve selef-i sâlihînin caddesidir.” ( Mektubat, 450)
Akıl kelimesinin ıstılahi mânası şöyle izah ediliyor:
“Önce "Akıl nedir?" sualine cevap verelim. Arapça'da "Hayvanı bağlamak ve tutmak" gibi mânalara gelir. İnsanı zararlı amellerden alıkoymak ve imsak manâsına gelen akıl, ıstılahî olarak: "Bilmek, şuurlu olmak ve anlamak" gibi mânalar ifâde eder. İslam ûlemâsı aklı: "Kalpte bulunan, hak ve bâtılı birbirinden ayırt etmede vâsıta olan nurdur" şeklinde tarif etmiştir.” (İslam Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet...)
İmanın tarifi de tam mânasıyla budur İşaratül İ’caz’da: “İman, kulun cüz’- ihtiyarisini kulandıktan sonra kalbe ilka’ edilen bir nurdur.” Demek oluyor ki mümin, akıl denince ıstılahi olarak – hakiki mânasında- iman ettiği esaslar ve nasslarla alakalı olan bir muhakemeyi anlar; anlamak zorundadır. Münazarat’taki “muhakeme-i akliye” tabirini, “feylesofların yaptığı gibi, Ayat-ı Kur’aniye’den tecerrüd etmiş muhakeme- akıl yürütme” şeklinde anlamak – ve bunu da dayatmak- “meslek-i hakikat” mensuplarının şiarı değildir ve olamaz!
Aklın, hiç bir rehbere ihtiyaç duymadan “hakikat”ın bütün köşelerini ihata etmesi mümkün müdür? Eğer “bilimsel” icatlar bile ya bir Nebi ya da resulün, ya bir vahy ya da ilhamın eliyle bize hediye ediliyorsa, mücerred ve maddiyat alemimize yabancı bir mefhumun sadece kuru akılla idrak edilebileceğini zannetmek, bir defa aklen mümkün değildir. Eğer insan aklı, kendi kendini bile anlayamıyorsa, hem dış alemdeki, hem de “alem-i misal”deki nesneleri kavrayabileceğini demek, aklen de muhal!
Bir kap düşünün ki sadece üç litrelik sıvıyı istiab ediyor. Kalkıp da, ona on litrelik sütü sığıştırmaya çalışmak ve bu sanki mümkünmüş gibi de, “İşte kap, işte sütümüz. Başkalarına ihtiyacımız yok.” demek insanlığın akıllılık vasfıyla alakalı olamaz. Eğer biz bunu derkedemiyor ya da –inadımızdan, kibrimizden- bu gerçeğe göz yumuyorsak, birilerinin – yani selef alimlerinin- rehberliğine ihtiyaç duyuyoruz demektir.
İnsanız; “kuva”mıza – imtihan sırrı gereği- bir “ had konulmamış.” İfrat ve tefrit denen iki muzır düşman, nefsimizi her an istibdadı altına almaya hazır. Zaten beşeri nizamların ortaya çıkarılması kişilerin “kuva”sına had koymaya çalışma işinden başka nedir?
“Hem Risalet-in Nur, en evvel tercümanının nefsini iknaa çalışır, sonra başkalara bakar. Elbette nefs-i emmaresini tam ikna' eden ve vesvesesini tamamen izale eden bir ders, gayet kuvvetli ve hâlistir ki, bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli bir şahs-ı manevî-i dalalet karşısında tek başıyla galibane mukabele eder.
Hem Risalet-in Nur, sair ülemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliya misillü yalnız kalbin keşf ü zevkiyle hareket etmiyor; belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh vesair letaifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i a'lâya uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar; hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir.” ( Kastamonu Lahikası, 12)
Yukarıya aldığımız pasajdaki gibi ifadelerin “külliyatı” , bir velinin buyurduğu,
“Bu iş ne akılla olur, ne akılsız.” beyanına denk düşüyor; “taakkkul”un ne mânaya geldiğini izah ediyor; Kur’ani akıl- nakli esas alan akıl- “nakil tevil edilir.” İfadesi de, Kur’ani akla göre yorumlanır mânasına geldiğini anlıyorum. Temel usuliddin olduğuna göre...
Öyle ise mesleğimizi, daha mühimi de İslami itikadı, selef alimlerinin Kur’ani izahlarından “hali”ymiş gibi gösterme gayretinin adı, sadece “gayretkeşlik” olabilir; ya da Üstad’ın tabiriyle “cinayet-i azime.”