Telefonu kapatmak üzereyken, latife yollu seslendim arkadaşıma: “Cennetin yolunu yapalım, cennetin yolunu…” Garipsedi. Beklediğim gibi. İzah etmeye çalıştım. “Misal, secdelerinle diyorsun ki cennetin Sahibine, ‘bak benim başımdan Sana ne güzel secde oluyor; başımla beraber cennetine al beni, e mi!’ Diyorsun ki Rabbine, ‘bak ben ne güzel tefekkür ediyorum güzel isimlerini; cennette huzuruna oturttur beni, sürekli Seni anlatayım Sana, Seni anlamakla sevineyim sürekli…”
Şükür ki, Risale-i Nur’dan sağlam bir gerekçe buldum kendime. Daha doğrusu, Risale’nin göğünden kalbime düşen meyvenin kokusuymuş bu cümleler. Bazen böyle oluyor. Bazen böyle olmalı da. Gönlümüzün bir yerinde bekleyen bir cümle, dilimize-belki acil bir cevap ararken, belki latife yapacağım derken-filizlenip gelmeli, meyve diye dilimizden düşmeli. Nüveler gibi saklandığı yerden kabuğunu kırarak, sözü söyleyeni de şaşırtmalı:
“Çünkü ebedî ve sermedî olan bir cemâlin seyirci müştâkı ve âyinedar âşıkı, elbette bâki kalıp ebede gidecektir. İşte Kur'ân şakirtlerinin akıbetleri böyle…”
Onbirinci Söz’ün ‘kritik’ yerinde geçiyor bu cümle. Fatiha’nın ‘iyyâke…’erine geçişte. Gaibane hitaptan hâzırane hitaba geçtikten sonra…
İtiraf edeyim ki, Onbirinci Söz’ü şöyle kelime kelime okuyacağım, hece hece müzakere edeceğim uzun ve kesintisiz bir vakit arar dururdum. Bu şahane metnin, uzun ve kesintisiz vakit istetmesi bile, başlı başına cennetin yolunu yapmak gibi. Çünkü uzun ve kesintisiz vakitlerin yeri cennet… Tefekkürün hiç bitmeden, güzel muhataplarının kulaklarına vura vura, en güzel mukabeleleri duya duya, dillerin altından nehirler gibi aktığı yer cennet. Cennet: dillerin “altından nehirler akan bahçeler”e dönüştüğü yer.
Kalbi vech-i İlahi’ye kıble diye döndürmenin egzersizini yaptırıyor Risale. Esma-i Hüsna’yı dışarıdan seyredilen kelimeler olarak söyletmek yerine, insanın içini yaralayan, insanın gizli yaralarını saran merhemler olarak sunuyor. Vahyin nehrine yatak yapıyor insanın kalbini, dilini, nefesini.
Kur’ân’a talebe oldukça, insanın ebedi cennetin göğsünde çırpınan bir kalp olabileceğini uygulayarak gösteriyor. Hissettiriyor. Özlettiriyor cenneti. Cennetin dünyayı terk ederek değil, dünyanın güzelliğini derinden tadarak kazanılacağını öğretiyor. Mümini dünyayı geçiştiren değil, dünyaya ‘ahiretin tarlası’ olmak hasebiyle özenen biri olarak eğitiyor. Mümini, dünyayı yok sayan değil, ‘esma-i hüsnanın ayinesi’ görmek hesabıyla, sonsuzluğa taşıyan, ömür tomurcuğunu cennet diye açan biri olarak biçimlendiriyor.
Cennet saraylarına lâyık bir bakışla donatmak istiyor muhatabını. Sonsuz güzelliklerin inceliklerini tartacak kalple donatıyor insanı. Gözlerini cennet bahçelerinin aşinası yapıyor. Dilini güzel isimlerin tanıdığı eyliyor. Gayb perdesi ardındaki manzaraya hazırlıyor nazarı. Cennetin yolu yapıyor insanın cılız varlığını…
Onbirinci Söz Şems Suresi’nin içinde akar. Onbirinci Söz, Şems Suresi’nin içine katar bizi: “Güneş ve gün ışıması şahit olsun ki, insan, dünya gecesinde güneşi] tilavet eden/okuyan ‘kamer’ gibidir.” Ay’ın güneşi tilavet etmesi, ay’ın güneşleşmesini sonuç verir.
İnsanın Kur’ân’ı tilaveti de işte böyledir. Risale-i Nur’un ince ince öğrettiği gibi… Dünya gecesinde, ebedî ve sermedi olan cemâlin seyirci müştakı ve âyinidar aşığı yapıyor bizi Kur’ân. Gecede güneşe tutulan ay gibi. Elbette cennet diye tecelli eden ‘sabah’ gelecektir. Çünkü sabahın yolunu açar geceye ay. Gün ışımasına müjde olur.
Yol arar insan cennete: veşşemsi ve dûhâha
Yol olur insan cennete: vel kameri izâ telâha
İnsan olur yol cennette: vennehâri izâ cellâhâ.