Eskiden beri arkadaşlara takılırken "kardeş seni bekleyen iki tehlike var" denirdi. Biri evlenmek biri de askerlik. Zira arkadaşlardan bir kısmının evlendikten sonra bir kısmının da askerden sonra fanilerin tebessümlerine aldandıklarını bir kısmının da sesinin kısıldığını ya da tanınmaz hale geldiğini görüyorduk. Elbette bu iki imtihandan da yüz akıyla çıkan, yetiştiği zemini unutmayan hatta daha da gayretli olan dostlarımız da bizim tesellimizdi.
Biz de bu imtihanlardan askerlikle,1982'nin Kasım'ında tanışmıştık. Antalya'nın belki de en şiddetli geçen kışı olduğunu söylüyorlardı. Topçular mevkiinde, nizamiyeden içeri girip askerlik levazımatı almayı beklerken ilk imtihandan geçiyorduk. Bu ikindi namazını vaktinde kılabilme imtihanıydı. Yakınlarda mescit yoktu ama cebimde naylon seccadem vardı. Namaz için kıbleyi öğrenmek yeterliydi. Zira yeryüzü mescid, bütün mevcudat tesbihhandı. Acemi arkadaşlar arasından ayrılıp çimenlerin ortasında ikindiyi eda etmiştim. Bizi gören birkaç arkadaş da namazlarını kılabilmişti. Bu duruma şehirlerarası otobüslerde de rastlıyorduk. Vakit geçiyor ama kimsenin sesi çıkmıyor, siz binbir ricayla otobüsü durduruca da otobüsten inenler, mescidin yolunu tutanlar bir bir ortaya çıkıyordu.
Askerlik urbalarını giyince en yakın arkadaşımı hatta çocukluk arkadaşım, değerli insan Okay'ı bile tanıyamamıştım. Zira sıfır tıraş ve aynı elbise, hepimizi tek tip hale getirmişti. Birbirimizi daha farklı noktalardan tanıyabiliyorduk. Askerlik elbiseleri ile tek tip hale gelen insanların tutum ve davranışları da sanki tek tip hale gelmişti. Sivil hayatta hakim, kaymakam, mühendis olan insanlar sanki tüm kimliklerini nizamiyede bırakmışlar, içeride farklı birer kimlikle karşımıza çıkmışlardı. Hatta bir cuma günü cumayı bize kıldıran asker arkadaşımızın 'müftü 'kimliğini öğrenince iyice şaşırmış ve sasrılmıştım. Sivil hayatta böyle bir görevi yapan birinin, bulduğu fırsatta sefahate dalması, beni hem üzmüş hem de düşündürmüştü. Demek hüner teyiplerin de güzel okuduğu kelam-ı İlahiyi okumak değil, her zemin ve zamanda bu temsili çok iyi yapıyor olabilmekti. Temsili çok iyi yapan, ortaya koyan arkadaşlarımız da vardı. Bunlar daha çok İslam Sarayı'nın bu yüzyılında kendilerini çeşitli vesilelerle korumaya çalışan kahramanlardı.
Antalya'nın en soğuk kışıydı dedimse de o kadar değil tabi. Nöbetlerimiz iki saatti. O dönemde Burdur ve Erzincan'da olan arkadaşlar, yarım saat nöbet tutuyorlardı. Demek aynı fiile değer katan nöbetin kendisi değil, şartların ağırlığıydı. Az bir zahmetle insanı şehadete taşıyan ya da aynı amelleri, fesad-ı ümmet zamanında yapanları, bin şehit derecesine çıkaran da yaptıkları değil şartların ağırlığıydı. Bunu yaşayarak öğrenmiştim.
Askerlik hatıraları anlatmakla bitmez derler. İbretli bulduğum bir-ikisinden söz etmek isterim. Aynı bölükte fakat en uzak takımda olduğumuz köylüm, değerli insan Tekin'in, bir gün komutan tarafından yapılan boy hizası diziminde, en son noktadan alınarak en ön takıma hem de yanıma getirilmesi, sonradan anladım ki namazın kerameti idi. Zira Tekin Bey kardeşim namazla ilgili karşılaşacağım her zorlukta imdadıma yetişen bir hızır olmuştu. Arkadaşlığın böyle paha biçilmez yönlerinin olduğunu yaşayarak görmüştüm. Yine bir gece nöbetinde, ismini Adil olarak hatırladıgım coğrafya öğretmeni olan bir arkadaşımla iki saatlik müzakerelerimizi de unutamam. İnancı sarsıntıda olan bu arkadaşımıza o gece Tabiat Risalesini özetlemiş ve bu sayede istikamet bulmasına yardımcı olabilmiştim. "Fünunu hikmetten gelen zulümati fenniye" bu arkadaşımızı şaşırtmış, adeta teneffüs edemez hale getirmişti. Kısmen dalalet kısmen malayaniyat meseleleriyle ruhunu kirleten her nefsin sorduğu gibi bu arkadaş da "Her şey bir sebebe bakar, meyveyi ağaçtan hububatı topraktan istemeli. En cüzi en küçük şeyi de Allah'tan istemek ve Allah'a yalvarmak ne demektir" mealinde sorular soruyordu. Bir espri olarak 'bep, beb, bip' tekerlemesi ile özetlenen 'sebep, müsebbep, müsebbip' şeklinde birbirine bağlanan, sanatlı eşyanın zahiri sebebini, asıl yapan zannediyordu. Yani şuursuz toprak, su, güneş, hava bir araya geliyor; ağacın dallarına tam da bize göre hazırlanmış meyveler asıyordu. Tadı dilimize, kokusu burnumuza, rengi gözümüze, şekli elimize, dizaynı ağzımıza göre olan ve kupkuru ağaç ve şuursuz topraktan gelen bu sanat harikası meyveler, şuursuz, ilimsiz, iradesiz sel gibi akan sebepler tarafından yapıldığı zannediliyordu. Hatta bu görüş, kelli felli adamlarca da kabullenip dinlendirilip ilim diye de satılıyordu. Plastikten yapılmış muzları, elmaları, portakalları dizayn edip programlayan bir mühendis ve fabrikatörü gören ve kabul eden kafalar, bunların gerçeklerini yapanı akıl gözleriyle gördükleri halde inkar etmişler ve ediyorlardı. Maddiyata dalmak sebebiyle maneviyata darlaşan akıllar bir gururu ilmi, safsata, mugalata, inat, kibir ve mesuliyetten kaçma gibi nedenlerle, her mevsim binlerle mucizelerine, peygamber ve kitaplarla kendini tanıtan kudret ve merhameti görmüyor akla ziyan izahlar ile kendilerini oyalıyorlardı. Bu arkadaşımız da maalesef onlardan biriydi.
Bak dedim kardeşim "Kuru topraktan çıkarak ip gibi uzanan bu yeşil şeride, karpuz, kavun gibi konserveleri, bizi tanımayan, bize merhamet edemeyen, basit ve adi sebeplerle izah edebilir miyiz?" deyince hala unutamadıgım şu cevabı vermişti. "Habip kardeşim, kavun, karpuz dediğin zaten öyle olur, bunu her yaz mevsiminde görüyoruz, bir Allah'a niçin bağlıyorsunuz?" Şaşırmıştım. "Zaten bu harika sanatlar öyle olur" ne demekti? Süleymaniye camisine gidip seyrederken ya da bir heykele bakarken, bunların mimar ve heykeltıraşını soran adama, bu cami ve heykel için mimar ya da heykeltıraş aramaya gerek yoktur, zaten bunlar böyle olur diyebilir miyiz?
Ona İtalyan rönesansının ünlü heykeltraşı ve yanlış bir çeviriden yola çıkarak Hazreti Musa'nın boynuzlu heykelini yapan Michelangelo'nun bir sözünü örnek verdim. Michelangelo, Hz. Musa'nın heykelini yapar ve karşısına geçerek "Konuş ya Musa" der. Heykel o kadar güçlü bir sanat eseridir ki kalkıp yürüyecek ya da sanki konuşacak gibi durmaktadır. Bir taş ya da demirden yapılan ve konuşması, kızması, sevgisi, ruh ve hayatı olmayan bir heykelin yapıcısı, sanatçısı, heykeltıraşı olur da insan gibi harika bir mucizenin sanatçısı olmaz mı?
Uzun bir gece nöbetimizde konuştuğumuz Adil ismindeki arkadaşımız, sonunda insafa gelmiş, tevhid hakikatini kabul etmişti. Fakat bunun müspet hale gelmesinden diğer bir arkadaşımız, epeyce rahatsız olmuştu. Her fırsatta bana sataşıyor ve laflar sokuşturuyordu. Önceleri ben bunun nedenini anlamamıştım. Sonra bir vesileyle açılan bir sohbetimizde ağzındaki baklayı çıkarıverdi. Ortak arkadaşımız Adil Bey, ona bizim sohbetimizi anlatıp tevhid hakikatini kabul ettiğini anlatınca o da bundan çok rahatsız olmuş ve bunu bana belli ediyordu. Ben aynı sohbeti onunla da yapmak istedim ancak 'küfrü inadi' temerrütle birleşince kabulde zorlandı ve bana unutamayacağım şu tepkiyi verdi. "İlim ilerleyecek ve senin pabucun dama atılacak."
Ne demekti bu? Yani ilim ilerledikçe şu kâinatın bir yapıcısı ustası olmadığı ortaya çıkacak, biz de sonunda bunu kabul etmek zorunda kalacaktık. Bunu duyunca asrın başında Üstadın fen ilimleriyle din ilimlerinin beraber okutulması ısrarının hikmetini daha iyi anladım. Ayrıca lise talebelerinin "Bize Halıkımızı tanıtır mısın?" sualine verdiği cevapta "Okuduğunuz fenler mütemadiyen Allah'ı tanıtıyor öğretmenleri değil onları dinleyiniz" dersinin kıymetini daha iyi kavradım. Üstad, niçin fenleri okuyun, dinleyin diye ısrarla tavsiye ediyordu. Çünkü coğrafyacı, biyolojici, tıpçı, fizikçi, kimyacı yalan söyleyebilir ama coğrafya, biyoloji, fizik, kimya ilimleri asla yalan söylemezdi. Bu ilimler ilk çıktıklarından beri kainat kitabında hep tevhid incilerini bulmuşlardı aksi de mümkün değildi. Çünkü sanat, sanatkarını gösteriyordu.
Bu asker arkadaşıma şu örneği verdim. Bir bahçede çeşitli malzemelerden yapılmış bir makine görsek ve makineyi incelemeden rüzgarın esmesi ile bir araya gelen malzemelerden oluştu kanaatine varsak diyelim. Sonra bu makineyi her incelememizde, makinenin başka harika yönlerinin de olduğunu öğrensek bu durum, bizi hangi kanaate götürür? Hatta sonunda bu makinenin hem de konuşabildiğini, yanında bulunan diğer makineleri de tanıdığını da öğrensek artık ne düşünmeye başlarız? Daha önce tesadüfen olduğunu düşündüğümüz bu harika makinenin bu özelliklerini de öğrendikten sonra biraz da mahcubiyet duyarak 'ey makinecik ben senin tesadüfen olduğunu zannetmiştim ama şimdi görüyor ve anlıyorum ki sen tesadüfen ya da kendi kendine ya da bulunduğun bahçe tarafından yapılamazsın. Sen bu harika hallerinle bize, ustanı hem de bütün hünerleriyle bildiriyorsun' demez miyiz? İşte kardeşim "Şu kainat sarayında her şey bir harika makinedir, bu makineler içinde insan en acibi ve en mucizelisidir. Bugünkü fenler ise kainat sarayındaki bu harika sanatları inceleyen keşif kollarıdır. Bu fenler ilerledikce bu sanatların sanatçılarını tanıyacağız ve tevhide olan delaletlerini daha iyi göreceğiz" dedim. Yani fen ilimleri, şu ana kadar benim değil senin pabucunu dama attıgı gibi, bundan sonra da yine benim delilim olmaya devam edecektir, ümidin boşa çıkacaktır.
Hak noktasında mağlup olduğunu anlayan bu arkadaş, bu sohbet sonrasında benim bu sefer şahsımla uğraşmaya başlamıştı. Olur olmaz bahanelerle beni üstlere şikayet ediyor, bana huzursuzluk veriyordu. Kısa süren askerlik dönemimizin bende bıraktığı birçok ibretamiz hatıradan bugüne bakarak "medeniyet fenlerinin ikazatiyle uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış beşerin" dinsiz kalamayacağı, bir istinat noktasından istimdat edeceğini ve başka bir çaresinin de kalmadığını anlamış oluyoruz.
Ne dersiniz dostlar? Beşerin düz çizgi olarak devam etmeyip dairevi olarak dönüp mutlak hakikate ulaşacağı bu yolculuğunda 'sefine-i rabbaniyede' hademe olabiliyor muyuz?
Selam ve dua ile.
Yazarın görüntülü sohbetleri: https://www.youtube.com/channel/UClcxDfhJE-MJhh_KbhrKqfQ