Prof. Şerif Mardin, kader porogramı gereğince, bir Eylül hazanında, ebed yolculuğuna çıktı. Öncelikli duamız, “rahata ve rahmete gidiyor” olmasıdır.
Seçkin bir alime, saygın ilim adamı kimliği için öncelikle saygı ve şükran borçluyuz.
Merhum Mardin, akademi dünyasında, hakkın hatırını, ilmin itibarını yücelten, alanında nadir bir bilge olarak bu dünyadan geçti.
Tek parti devrinde yetişmiş her aydın gibi, Şerif Mardin de belli ezberler altında yetişti. Hatta ilk eserlerinden “Din ve İdeoloji”de bu ezbercilikten beslenen yüzeyselliğin, satır aralarına sinmiş izlerini görmek mümkündür.
Onu, kamuoyunda daha tanınır kılan şüphesiz, Bediüzzaman Said Nursi ve eserleri üzerine yaptığı çalışmalardır.
Rahmetli Mardin’in 1970’li yılların yarısından itibaren nurculuğu tanımasında, rahmetli Cemil Meriç’in ısrarlı teşviklerinin büyük katkısı oldu.
Ne var ki, onun risaleleri tanıması, eklektik olmaktan öteye gitmedi. Yani, risalelerden karşılaştığı her cümle veya paragraftan veya bir hatıradan dikkatini çeken ifadeleri not eden seçmeci bir yol izledi. Nurculuğu, öncelikle toplum içinde canlı bir organizma olarak gördüğü için, sosyolojik açıdan bakmaya odaklandı. Teorikten ziyade, hayatın içinde pratik boyutlu bir olayla karşı karşıya olduğunu gördü. Araştırması için veri toplamada, daha ziyade, dinleme ve müşahade yolunu seçti. Risalelerin, topluma yayılmasının nedenlerini ve halkın günlük hayatı üzerindeki tesirlerini tesbit için, öncelikle alan çalışmasına yoğunlaştı.
Sayın Mardin, “Türkiyede Said Nursi Olayı…” isimli eserinde de vurguladığı gibi, nurculuğun bir özelliğine dikkat çeker. Buna göre, İslam tarihinde “tebliğ” hizmeti, özellikle kişiye bağlı ve daha ziyade sözel yöntemle yapılagelmiştir. Nurculuk ise, Mardin’e göre, “şahsa bağlı olmayan, fikir ve kitap odaklı bir tebliğ” hizmetidir. Bediüzzaman’ın vefatından sonra da nurculuğun, toplumda etkili ve kalıcı olması bu “dinamik” özelliğinin sonucudur.
Sayın Mardin’in nurculuk çalışmalarıyla ulaştığı, diğer önemli bir sonuç, çeyrek asırlık tek parti döneminde, oluşan manevi boşluğun, “akıl–kalp” denkleminde, “günlük hayat” zemininde nurculuk tarafından doldurulduğunu görmüş olmasıydı. Bir sosyolog olarak konuya, bu saik ve tecessüsle eğildi.
Rahmetli Mardin, risaleleri, arzu ettiği halde, bütüncül bir okuma imkanına tam sahip olamadı. Bu eksikliğin izleri, “Türkiye’de Bediüzzaman Said Nursi Olayı” isimli eserinde de bir nisbette görülür.
Mardin’in nurculuk üzerine yaptığı çalışma, risalelerin içeriğini iyi tanıyanlar tarafından bazı yönlerden, haklı olarak eleştirilmiştir. Bir örnek vermem gerekirse, Nurculuğu, Nakşiliğin devamı gibi gören yaklaşımı, bunlardan sadece birisidir. Nurculuk ile Nakşilik arasında meslek olarak benzerlik kurmak, gerçekten zorlama bir çabadır.
Zira Risale-i Nur, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “kelam ilmi” temelinde “tecdide” talip bir ekoldür. Nakşilik ise, klasik tasavvufi damardan gelen özgün ve farklı bir meslektir. Birbirinden farklı bu iki akımı, okuma eksikliği sebebiyle aynileştirmek Şerif Mardin gibi titiz bir araştırmacı için elbette hata idi.
Sayın Mardin, okuma eksikliğinin kendisi de farkındaydı. Son yıllarda, risaleler üzerine bir şeyler yazmasını istediğimizde, konuyu daha ciddiye alıyor ve cevap olarak: “Benim Nurculuk üzerine yeni bir şey yazabilmem için, risaleleleri ikinci defa okumam gerekir. Yeni bir eser, ancak öyle yazılabilir” diyordu.
Eğer sayın Mardin, altı bin sayfalık Risale-i Nur Külliyatını, arzu ettiği gibi okuyabilseydi, İslam hakkında, küresel planda uyandırılmak istenen olumsuz imajın önlenmesinde önemli katkı yapabilirdi. Fakat nurculuğu tanıma sürecinde, daha ziyade saha çalışmalarına yöneldi. Risalelerin yazıldığı mekanları gördü. Bu menzillerde yaşananları, oralardaki canlı şahitlerin dilinden dinleme imkanı buldu. Ayrıca Bediüzzaman’ın yakın talebelerinin bir çoğuyla tanıştı. Hatırlarını dinledi.
Vefatından sonra, “Mardin, Said Nursi’yi olduğundan fazla büyüttü” diye müstağrip role soyunarak açıklama yapan meslektaşı gerçeği söylemiyor. Çünkü, rahmetli Mardin, Said Nursi’yi olduğundan fazla büyütmek bir tarafa, nurculuk hakkında yapılması gerekeni henüz tam yapamadığı inancında idi. Bunun için, altı bin sayfalık Külliyatı ikinci kez okumaya ihtiyaç duyuyordu.
Rahmetli Mardin’in, bu sayın meslektaşı, artan bir ilgiyle ülkenin pozitif gündemi olmaya devam eden bu konunun, “büyütme” bahanesiyle ve hatta gizli bir kıskançlıkla keşke, üstünü örtmeye çalışmasaydı. Rahmetli Mardin gibi her bedeli göze alıp, “onun başlattığı çalışmayı, kaldığı yerden devam ettireceğiz” diyerek ilmin haysiyetine sahip çıkabilseydi…
Şerif Mardin’ın, Nurculuk hakkında bir çalışma yapacağı, 1983’lerde duyulması üzerine, bazı resmi-sivil odaklar şiddetli tepkiler gösterdi. “Mahalle baskısı” kavramını henüz kullanmadığı sırada, rahmetli Mardin, kendi mahallesinin ağır baskısı altında kaldı.
Onu bu zor zamanında yalnız bırakmamak, sahip çıktığımızı göstermek için birkaç arkadaş randevu alarak Boğaziçi Üniversitesindeki ofisine ziyarete gittik. Tepkilerden rahatsız olmakla beraber, çalışmayı yapma konusunda kararlı görünüyordu.
Yapacağı çalışma için İngiltere’ye gideceğini ve kitabı orada yazmasının daha uygun olacağını söyledi.
Bunun üzerine, “yazacağı kitabın, konusu itibariyle kaynaklarının Türkiye’de olduğunu, Bediüzzaman’a hizmet etmiş talebelerinin halen çoğunlukla Anadolu’da yaşadığını, çalışma sırasında onları tekrar dinleme ihtiyacı olabileceğini, kendisine yeni materyeller toplamada yardımcı olabileceğimizi söyleyerek, burada kalmanız uygun olmaz mı” dedim.
Beden diliyle üniversiteyi göstererek, “burada rahat değilim. Üniversite yönetimi benden rahatsız. Dün bir gurup öğrenci pencerenin önüne gelerek gösteri yaptı. Bağırıp, çağırıp tehdit ve hakaretlerde bulundu. Bu şartlar altında bu çalışma burada yapılamaz. Türkiye, henüz buna hazır değil. Eseri, önce ingilizce yazacağım ve dışarıda yayınlatacağım” dedi. Gerekçelerine ve tercihine saygı duyduk. Kitabın önce ingilizce yazılarak, tercümesinin Türkiye’de ve diğer dillerde aynı anda yayınlanmasının daha etkili olacağı fikrine, biz de katıldık. Nitekim öyle de oldu.
“Türkiye’de Said Nursi Olayı–Modern Türkiye’de Din ve Toplumsal Değişim” isimli kitabı, nurculuğu, dürüst, yetkin bir ilim adamının kaleminden tanımak isteyen yerli-yabancı ilim ve fikir adamlarının, yazıldığından otuz sene sonra bile hala güvenerek ellerine alabilecekleri kaynak eser olmaya devam ediyor.
Merhum Şerif Mardin, ilim adamı kimliğini her zeminde vakarla koruma tavrı içinde oldu. Kişisel duygu ve düşüncelerini mesleğinden uzak tutmayı hep bildi. Mesleğini “hak” noktasından bakarak yaptı. Onun için uluslararsı alanda itibarlı ve fikirlerine güven duyulan bir ilim adamı oldu.
Vefatı üzerine her kesimden, kişiliğine saygı ve takdir ifade eden taziye mesajları dinledik. Fakat yüz kişilik bir cemaatle son yolculuğuna uğurladık. Cenaze töreninde, talebesi olan eski bir Başbakan’ın bulunması, güzel bir vefa örneği olsa da, toplum olarak ona yakışan son vazife ve vefayı, ne yazık ki, pek gösteremedik.
Merhum Şerif Mardin’in en büyük mirası, kitaplarından önce, fikir namusuna sahip, haysiyetli bir aydın kimliğidir. Bu mirasa talip ilim ve fikir adamlarının yolunu açmamız gerekiyor.