“[S]ert ve hissiz o koca taşlar o lâtif sulara, o nazik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukavemetsiz ve kasavetsizdir. Güya bir âşık gibi, o lâtif ve güzellerin temasıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor.”
Kırk yıl kadar önce, bu satırları ilk okuduğumda, yazarının mecaz ve hakikati eşi görülmemiş bir yumuşaklıkla buluşturmasına şaşırmıştım. Güzellerin dokunuşuyla kalbini parçalamak ve güzellerin yolunda toprak olmak… Taş latif köklerin ve tatlı suların dokunuşuyla, katılığından vazgeçiyor, özündeki katılıktan vazgeçerek, tozlaşarak, un ufak olarak topraklaşıyor. Böylesi katı bir gerçeğin, böylesine tatlı bir romansla ifadesiydi beni şaşırtan.
Bugün, o kırk yılın ardından yeni bir şaşkınlık daha yaşıyorum. Bakara Suresi, 74. ayetteki sarsıcı sitemin “kökler”ini keşfettiğini fark ediyorum müellifin. “Katılaştı kalpleriniz… Taş gibi katılaştı, hatta daha da katı…” diye yükselen haklı ithamı varoluştaki karşılığını okuyor Said Nursi:
Sessizliğe sarılmış bir çığlıktır taş. Katılığının gizli saklı kuytularında onurlu bir yumuşaklığın tebessümünü saklar. En başından “Katı ol!” emrini almıştır bir kere. Katılığını bu karşı konulmaz çağrıya icabette gösterdiği sonsuz yumuşaklığın koynunda besler. Soğukluğunu bu itirazsız boyun eğişin ateşinde pişirir.
Susar taş; suskunluğuna sarılır. Katı kalır taş; katılığına katlanır. İçinde kıvrım kıvrım akan “katı ol!” emrinin yokuşlarına kadife olup uzanır. Kalbinin derûnunda durmaksızın çağıldayan “sessiz kal!” sözünün pınarından yudumlanır. Bir sırrı saklar gibi saklar içinin içini.
Kendisiyle Yaradan’ı arasındaki ahde bağlılığı adına katılıkla utandırılmaya, suskunlukla suçlanmaya, soğuklukla kınanmaya razı olur. “Kınayanların kınamasına aldırış etmeyen bir ‘teslim olmuş’tur...” taş. Katılığı yumuşaklığındandır. Ve aslında sadece bir kezliğine içinin yumuşağını açık etmesine izin verildiği o günü, Mûsa’nın[as] âsâsının dokunduğu günü özlemektedir. İşte o gün, sadece o gün, istendiğinde yumuşayabileceğini gösterme fırsatı doğmuştur. O gün taşın kendine sakladığı sırrı açık ettiği gündür... “Katı ol!” emri karşısında gösterdiği onurlu yumuşaklığı “Yumuşa!” “Parçalan!” “Ağla!” emrine karşı da gösterebileceğini göstermiştir. O günden sonra da katılığına katlanmayı, soğukluğuna sarılmayı, sessizliğiyle dertleşmeyi sürdüregeldi. Taşın içine doğru büyüdü ve derinleşti sır.
Taştan bunca söz açışım aramızdaki benzerliği fısıldamak içindir. Taş, nasıl içindeki varoluşsal sırrı, gizli yumuşaklığı kabuğunu içine doğru susarak saklıyorsa, biz de içimizdeki serin yumuşaklığı sınırlarımızın dışına doğru taşırıp taşlaştırıyoruz. Göğsümüzdeki kalbe söz verdiğimiz sonsuz kıvrımlı yumuşaklık dışarıya doğru katılaşır, soğur, suskunlaşır. Tenimizden başlayıp az öteye uzanan yakın çevrede peltemsi bir hâl alır. Mahallenin sınırlarını aşınca da, peltemsi hal de kalmaz, bayağı kemikleşir. Şehrin dışına çıktığında, hele de ülke sınırlarının ötesine vardığında, kalbin yumuşaklığı tunç bir katılığı kuşanır ve mağrur bir heykele omuz olur.
Olamadığımız yerleri var hayatın. Olamadığımız, geciktiğimiz, çekildiğimiz kuytuları… Uzağında durduğumuz, kenarında oyalandığımız, kendimizi kalıbımızla da kalbimizle de ortaya koymaktan kaçındığımız gölgelikleri... Utandığımız için gözümüzü kaçırdığımız, kendimizle yüzleştirdiği için yüz çevirdiğimiz yüzleri…
Bencil duvarlar arasındaki huzurumuzun hudutlarını sağırlıklar bekler. Vurdumduymazlıklar nöbet tutar eşikte. Unutkanlıkları, alışkanlıkları, alışılmışlıkları, inkârları siper edinerek derinleştiririz “bana ne!” uykularımızı. Körlüklerden kaleler yaparız sükûnetimizin etrafına. Yokmuş gibi davranarak, hiç olmamış varsayarak koruruz küçük, cılız varlık adamızı.
Sanki İdlib’te bebeler ve anaları, ansızın odalarına giren füzelerin alevinde kavrulmuyormuş gibi gelir bize. Aldırış tebessüm ederiz. Sanki uzaktan duyulan bir ambulans sireni kimsenin telaşı değilmiş gibi, kimsenin can pazarının çığlığı değilmiş gibi suyumuzu yudumlamaya devam ederiz. Rutin gelir bize trafik kazası haberleri; ölü yaralı sayısı kuru rakamlardır; ölenin sanki bir yerlere yetişme özlemi yokmuş gibi, sanki ölen kimsenin babası, anası yahut yavrusu değilmiş gibi gelir. Eksilenin insan olduğunu unuturuz.
“Kalıbımı koyarım ki…” diye başlarız ya iddialı cümlelere. “Kalbimi koyarım ki…” de diyebilir miyiz peki? Kalbimi… Üzerine bombalar yağdırılan insanların göğsüne kalbini koyabilir misin? Hiç hak etmediği halde, hiç beklemediği halde sıradan bir kaza haberine konu olan baba ve kızının parçalanmış bedenlerine koyar mısın kalbini? Her nefesinde var-yok arasında gidip gelen bir adamın ömürlük pişmanlıklarının yanına koyar mısın kalbin?
Buraya da koyabilir misin kalbini? Yazının sonuna. Yazı bitti diye alıp gidecek misin kalbini yoksa?