Lemaat ekseninde duygu çağrışımları (23)
İnsan bebekliğini çok merak eder, öyle değil mi? Özellikle sevişini, sevilişini, mutluluğunu, hayattan tam haz alışını, kaygısızlığını, ağlasa da hemen gülüşünü, kin tutmayışını, acıyışını ve sevecenliğini çok çok özler. Çoklar bebekliklerindeki erdemi yakalamaya çalışırlar da elde edebilenlerse çok az. Bebek gibi olmak… Bebek gibi çevreye uyum sağlamak… Dertsiz, gürültüsüz ve ikilemsiz bir hayat!
Bebek neden böyle, yaşı kemale erenlerse neden ha bire bir boğuşmanın içindeler?
Buna verilmesi gereken basit ama geçerli bir cevap var: Bebek fıtratına/doğasına göre hareket ediyor, fıtratını zorlamıyor; yetişkinler ise çoğunlukla fıtratlarını zorlayarak başka şeyler yapıyorlar. Başka bir deyişle yetişkinlerin bebekliklerinin safiyeti kaybolmuştur; içlerine yabancı unsurlar karışmıştır. Çektiklerimiz, ikide bir “of” deyişimiz; yaratılış yasalarının doğrultusunda hareket etmememiz, işlerimizde kolaya kaçmamız, amacımıza kısa yoldan erişmek istememiz, meramımızı vicdanımıza, saf duygularımıza danışmadan ve kalbimizden çok aklımıza danışarak yapmaya kalkışmamız, tahammülsüz ve sabırsız olmamız yüzündendir. Ve alternatif yollardan ta başta kılı kırk yarmadan birine öylesine apar topar dalmamız.
Meşru yol, fıtratın yoludur; selim aklın itiraz etmediği, iç ve dış yasalar olan “sünnetullah”ın, yani “âdetullah”ın dışına çıkmayan bir yol. Çocuk olsun, hayvan olsun bu yasaların içinde hareket ettikleri için yetişkinler gibi dünya onlara dar gelmiyor.
Yetişkinler, gerek çevreden ve gerekse iç donanımlarını kullanamamalarından kaynaklanan fıtrat dışı davranışların içine girebiliyorlar. Bu nedenle de beklemedikleri sonuçlarla karşılaşıyorlar. Şiddetli tokatlar yiyorlar. Bu yüzden de ters yüz oluyor hayatları.
Meşru yol, yani insanlık değerlerimize uygun yol nedir? İç ve dış dünyamızın rahata kavuşacağı, duygu dünyamızın feveran etmeyeceği orta yol, tehlikesiz, yaptıklarımızın ceza olarak bize dönmeyen bir yol. Bu düzey işidir elbette. Bu düzeyi, eğitim ve okumakla, kendimizi bilmekle, biz ile bizi yaratan Allah arasında kuracağımız kontakla kavuşacağımız geniş caddeyle ancak elde edebiliriz.
Amaçsız insan olmayacağına göre, herkesin bir amacı var demektir, olmalıdır. Herkes amacına meşru, olması gereken, amaca ulaşamama pahasına da olsa, fıtratı zorlamaksızın tutulacak yoldan ulaşmak zorundadır. Herkes süreçten sorumludur; amaca ulaşıp ulaşamamadan değil. Süreçte yapılması gerekenler önemli; sürece yoğunlaşmak. Bu bir tür tevekküldür. Olma süreci. Birilerinin hak ve özgürlüğünü çiğneyerek amaca ulaşmak meşru, uygun görülen bir yol değildir. Amaç için bütün yollar meşru olamaz. Hedeflenen bir yeri ele geçirmek için insanlar basamak haline getirilemez, başkalarının duyguları rencide edilemez.
Basit bir örnek; durakta, kuyrukta bekleyip sırayla otobüse binmek bir yere gitmenin kuralı(yasası)dır. Akıl ve vicdan da, toplum da ve Allah da bunu ister. Bu üçlü uygunluk aynı zamanda yaratılış yasaları sayılır ya da bu yasalara tamı tamına uyar. Burada açıkgözlük, ancak bir kargaşa sebebi olabilir. Bu kurala rağmen, kendini akıllı sanan, bir cezayı, hatta şiddetli bir cezayı da hak eder.
Meşru yollar öteden beri başta dinler ve yararlı felsefeler tarafından ortaya konulmuştur. Çoğu da insanlığa mal olmuştur.
Çağımızda, hayata önemli bir bakış açısı kazandıran Bediüzzaman, Lemaat’ta önemli bir hayat kuralını, “Katil öldürdüğü kimseye varis olamaz” hadisinden hareket ederek, “Gayrımeşru tarik ile bir maksada giden zat, galiben maksudunun zıddıyla görür mücazat.” diye özetler.
Biz, günlük hayatımızda bunun çok sıkıntısını çekeriz de yine aynı ya da benzer hatayı her zaman işleriz, bir türlü akıllanmayız. Niyet ve beklentimizin tersiyle karşılaşırız. Neden? Beklentimize olması gereken yoldan değil de uygun olmayan, hiçbir yasanın onaylamayacağı bir yoldan ulaşmaya çalışırız da ondan.
Ama Bediüzzaman yukarıdaki kuralı açıklama babında belki bütün insanlığı ve hatta kâinatı ilgilendiren örnek üzerinde durur: Muhabbet. Avrupa muhabbetinin gayrimeşru muhabbet olduğunu söyler. Bu sevginin hem taklidi ve hem de ülfeti (alışkanlık) doğurduğuna işaret eder. Meşru olmayan bir yoldan ve meşru olmayan bir sevgiye ulaşmak isteyenin bu uğurda çekeceği çok acılar var. Meşru olmayan bir şekilde seven, ömrünü verdiği sevgilisinin ihanetine uğrarsa hiç şaşmamalıdır.
Ne gelmişse insanın başına sevginin yanlış kullanımından gelmiştir. Sevgisiz kimse olamaz ama sevgiye doymak için çok sevgisizlikler çekilmiştir. “Muhabbet, şu kâinatın sebeb-i vücudu”(Sözler) der Bediüzzaman. Varlıkların içinde muhabbeti en çok kullanan insandır. Diğer varlıklar da kâinatta serpilmiş sevgiden durumlarına göre yararlanmaktadır. Böylece hiçbir varlık sevgisiz değildir. İnsan yavrusu şöyle dursun, bir hayvan yavrusu da bir çiçek tomurcuğu da sevgi denen gıdadan asla mahrum bırakılmamıştır, bırakılmamalıdır.
Sevgi madem bu denli varlıklar için önemlidir. Ve insan için daha çok önemlidir. Sevgiyi, yani muhabbeti biraz deşmede yarar var. Böylece Bediüzzaman’ın verdiği örneği de açmış oluruz.
Batı’da sevgi, tevhit inancının dışında gelişen bir sevgi olmuş çoğunlukla. Daha çok insanın çıkarına, nefsi arzularına, yaşamaya yönelik kullanılmış. Yaradan’dan kopuk sevginin kullanımı da son derece sınırlı... Sevgide çıta yüksek tutulmadıkça, sevgiden acısız yararlanmak çok zordur. Batı’da olsa olsa sevginin biraz katlanmışı olan aşk var. Eğer gerçek aşk hedeflenmezse, yani çıta yüksek değil de bir insanla ve bir nesneyle sınırlıysa, böylesi bir aşkın insanın başına bela olmaması mümkün değil. Zaten mecazî ve sevginin asıl kaynağından uzak aşkın ateşi evlilikle söner çoğunlukla. Aşkın bu anlamda kullanıldığı Batı’da boşanmaların ana sebebi budur. Oysa insandaki sevgi sonsuzdur, sonsuz sevgi sonlu olan sevgilide batıp kaybolmaktadır. Arkada kalansa moralsizlik, ruh çöküntüsü ve onulmayan depresyon… Sonsuzluk sonlulukla asla doyuma kavuşamaz.
Sevginin önemine bağlı olarak Batı’da bu muhteşem duygunun üzerinde çok durulmuş. Sevginin bir sanat olup olmadığı, yani öğrenilip öğrenilmediği üzerinde tartışılmış. Elbette bir sanattır ve elbette sevgi bir süreçten geçmedikçe olgunlaşamadığı gibi amacına da ulaşamaz. Sevgi ama nasıl bir sevgi? Bu sorunun cevabını vermek insana düşer, onu kullanacak olana. Piyasada çok silik sevgiler dolaşmaktadır. Nefsî bir sevgi ne denli bizim sevgi açlığımızı doyurabilir?
Sevginin asıl kaynağı olan Allah’tan kopuk bir sevginin gelişigüzel kullanımının meşruluğu, yani fıtrata uygun düşüp düşmediği tartışılır ve çok tartışılmalıdır. Sevgi elbette sonu gelen varlıklar için harcanmamalıdır. Ya da onlar yeterince, değerleri kadar, sevginin asıl kaynağı adına sevilmelidir. Elmayı severiz; ama onun bize Allah’ın bir sanatı olduğunu biliriz. Onun adını anarak yeriz ve yerken de böylesi bir nimetin bize nasıl nasip olduğunu, elimize nasıl geçtiğini düşünürüz. Bu tür bir sevgi biçimi diğer varlıklarda da denenebilir. Bu sevgi meşru bir sevgidir. Sonlu değil, tam aksine cenneti çağrıştıran bir sevgidir. Ama buna karşılık, Allah mefhumundan kopuk bir sevgi ile yenen elma boğazdan geçip mideye inmekle bütün tadını yitirir.
Sevilmek için sevmek, çıkara dayalı, şarta bağlı bir sevgidir. “Beni seversen ben de seni severim” diye oluşan sevgiler, bağımlı sevgilerdir. Bu sevgi tutkudan ileri gidemez. Bu tür sevgide, sevilmek için sevene göre hareket etmek var. Sevenin gözüne girmek, takdirini kazanmak için meşru olmayan yolları denemek gerekir. İşin içinde riya da, iki yüzlülük de girebilir, başka şeyler de. Oysa gerçek sevgi çıkardan uzak sevgidir. Meşru olmayan yollarla kazanılan sevgi çok kolay söner ve sönmesiyle birlikte oradan buradan acılar sökün eder. Bu anlamda sevenin dünyası kolay kararır, dünyası cehenneme döner.
Sevgi adına işlenen hatalarla yalnızca tevhit inancında olmayan insanlar acı çekmez, inananlar da çeker. Özellikle öğrenilmesi gereken bir beceri, bir sanat olduğunu bilmeyen dindarlar sevgiyi yanlış kullanımdan kaynaklanan acılar çok çekerler. Meşru yoldan değil de meşru olmayan bir yoldan sevgiye ulaşmak isteyenlerin sıkıntılarına sebep olanlar da bizzat kendileridir. Hiddet göstereceklerse kendilerine göstermeliler ve burada düşünmeliler. O halde sevgiyi tanımak gerekir önce. Neyi, ne kadar ve nasıl seveceğimizi bilmemiz önemlidir. İnananların en çok savsakladıkları nokta burasıdır; sevgi konusunda cahilliklerini.
Meşru sevgiye ulaşmak bir süreç işidir aynı zamanda. Sevginin de eğitimi vardır. Bu eğitimin ilk işi, içimizde olan sonsuz sevgi yeteneğimizin muhatabını bulmaya çalışmak. Ayet, bu sürece çok anlamlı dikkat çeker: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız beni izleyin ki, Allah da sizi sevsin.”(Al-i İmran:31) Yani Peygamberimizi izlemek; onun yolundan gitmek, yaptığı gibi yapmak ve ona benzemeye çalışmaktır. Çünkü o örnek alınması ilk ve son prototiptir. Allah sevgisi onu sevmekten geçer. Bu, sevginin önemli sürecidir. Allah’ın “Vedût” ismine layık olmak, terlemek, çile çekmek, yanmak ve yeniden yanmak gerekir. Sevginin kaynağını sevmek, sevgi yeteneğinin erişeceği amaçtır. O’nu sevdikten sonra, diğer bütün varlıkları sevmek de O’nu sevmek anlamına gelir. Kâinat bin bir güzelliklerin sergilendiği sanat galerisidir. Ve bütünüyle kâinat, gül goncası gibi kat kat bir güzellik tomarıdır.
Demek sevginin süreci, meşru yoldan onu elde etmenin ve ona ulaşmanın yoludur. Bu süreçte, sürece yoğunlaşmaya göre değişen kurallar ve karşılaşılan engeller var. Sevgi çıtaları yüksek olanların ödeyeceği bedelleri de çoktur.
Sahte sevgi vardır elbette. Allah’tan kopuk sevgi sahte sevgidir. Sevginin nihai amacı sevginin kaynağıdır ve bu sevginin yolu da Allah’ın gösterdiği gibidir. Diğer sevgiler birer tutkudur. Gerçek sevgi ile sahte sevgiler arasındaki belirgin fark, gerçek sevgi özgürleştirir ve tutkuysa köleleştirir; dahası gerçek sevgi sevgilide yok olmaktan çok hayat bulmaktır, tutkuysa sahibini kaybetmek. Oysa Madame De Scudery’in "İnsan sevmeye başladı mı, yaşamaya da başlar." dediği gibi, insan sevgiyle yaşamanın farkına varır. Tutku havada kalan bir sevgidir. Saman ateşi gibi önce tutuşur ve sonra görünür görünmez hemen söner.
Sevgide çıkar ve kusur da aranmaz, aranmamalı. Çıkar ve kusurun arandığı sevgi türü şartlı sevgidir; şimdi var ama biraz sonra yoktur; yani sonsuzluktan nasipsizdir. Geothe de “Sevilenin kusurlarını hoş görmeyen sevmiyor demektir.” diyerek, kusur arayan sevenin sevgisini gerçek sevgiye layık görmüyor. Öyle ya, gülü seven dikenine de katlanmalı değil mi?
Aşkta, sevgide çile de vardır. Bazen hoş olmayan şeyler de olur; nazlar, çileler, yanlış anlaşılmalar… Şibli akıl hastanesindeydi. Onu ziyarete gelenler oldu. “Kimsiniz?” dedi. “Seni sevenler” dediler. Onları taşlayıp kovaladı. Kaçıp uzaklaştılar. Sonra çağırdı onları ve onlara şöyle dedi: “Eğer beni gerçekten sevseydiniz, benden size gelen beladan kaçmazdınız.”
Sevgi elbette bedel ister. Gerçek anlamda sevenler sevdiklerinin bedelini ödemişlerdir. Mecazi aşka kapılanların da bedelleri sevgililerinden yedikleri tokatlardır, gelen acılardır, ihanetlerdir. Ama meşru yolun sonunda ebedî mutluluk var. Bu bedel ödeme Peygamberimizin uygulamalarında da vardır. Biri Peygamberimize “Seni çok seviyorum” deyince, Peygamberimizin ona cevabı, “O halde yoksulluğa hazır ol!“ oldu. Aynı şahıs “Allah’ı çok seviyorum” dediğinde, Peygamberimizin cevabı daha ilginçti: “O halde belalara hazır ol!” Sevenin böyle bir sürece hazır olması, yolunun doğru, meşru olduğunu gösterir. Sevgi bir öz olması itibariyle, bu bağlamda sevgiye ilişkin çok söz söyleyenler var. Bunlardan biri olan Aristoteles “Sevmek acı çekmektir, sevmemek ise ölmek” demekle, sevginin her halde bir bedel istediğini belirtirken, insanın sevgisiz olamayacağına dikkat çeker. Mevlana sevgiyi daha güzel terennüm eder: “Aşk, davaya benzer; cefa çekmek de şahide. Şahidin yoksa davayı kazanamazsın.”
Sevgide tevhit, en çok Allah’ı sevmektir; Allah’ın zatını. Allah, Allah olduğu için sevilmeli üstelik, yoksa bizi ve kâinatı yarattığı için, bol ihsanda bulunduğu için değil. Allah sebepsiz, dolaysız sevilmeli. Sevginin en mükemmeliyle… Çünkü O bizim sevgimizin kaynağıdır ve bizim sevgi yeteneğimiz de bunu kaldırır. Hakiki sevginin nihaî ölçüsüdür bu. Başka şeyler de O’nun adına ancak sevilebilir. Ama hiçbir sevgi Allah sevgisinin önüne geçemez. Sevgilerin en güzelidir Allah sevgisi. Gerçek, hakiki sevgi… Ona ulaşan bütün sevgiler meşru yol izlemektedir. Diğer sevgilerse bu sevginin birer gölgesidir. Diğer sevgiler ancak bu sevginin kaynağıyla sevgi payesine erişebilirler.
Sevgi doyumunda meşru yol olduğu gibi, diğer bütün işlerimizde de meşru yol esastır. Sıcak savaşların bile kuralları var. Bu kuralların dışına çıkan taraflar, meşru olmayan yolu denemekle kişilik ve barbarlıklarını ortaya koyarlar. Savaşta çoluk çocuk, silahsız kadınlar öldürülmez, ırz ve namusa saldırılmaz. Bir fırsat yakalanmış diye ortalık yakıp yıkılmaz, talan edilmez.
Birinin gıybetini yapmak da kişilikle yakından ilgilidir. Nitekim şöhretli bir kişi, “Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet, zayıf ve aşağıların silahıdır” demek suretiyle, kişilikle bağdaşmayan cezalandırmayı meşru olmayan bir yol olarak görüyor. Düşmana bile bir şey denilecekse yüzüne karşı diyebilmektir asıl mertlik. Silahsız hasmına silah kullanmayan hasmın bu centilmenliği, karşı hasım tarafından barış olarak değerlendirildiği bir vakıadır.
Sosyal hayatın içinde Allah’tan çok başkalarından gelecek şeylerin beklentisi içine girmek meşru yol değildir. Böylesi beklenti içine girenlerin başları çoğunlukla belalardan kurtulmaz. Beklenti doyumunu yanlış yolda aramak…
Ne olursa olsun, bizi doyuma kavuşturacak ne ise, bu dünya ile asla sınırlı değildir. İnsanlığın en büyük açlığı bu tür açlıktır. Ama ne çare ki birçokları onu meşru yolda, fıtrat yolunda, doğamıza uygun yolda değil, başka yollarda, meşru olmayan, yani yaratılışımıza ters düşen ve özellikle ebediyet duygumuzla çelişen yollarda arar. Arar ama dünya onların burunlarından fitil fitil gelir. İnsan doğduğuna pişman olur.
O halde amaç kadar gidilecek yol da, süreç de önemlidir. Mirasına konmak için biri öldürülemez. Bu durumda bütün sorumluluk ona teşebbüs edenin olur.