Kendimize yolculuk…
Sevgili Psikoloğum Bediüzzaman, 28 Şubat anestezi yapmadan, canlı canlı yüreğimizi incitmişti… Rabbimizin Kur’an kelamı, Efendimiz (s.a.v.) şahsı manevisinin Müslümanlara sahiplenmesi, lütfu İlahiye vesile olması ve de elimize tutuşturulan reçeten olmasa idi, kalabalıklar içinde yalnız ve göz kamaştıran ışıklar altında karanlıkta olacaktık. Bazen afetlerde gerçek ışığa ulaştırmayan madencinin baş lambası gibi, aklımızın ışığı asıl karanlıklarda sönük kalıp, güvenilmez olacaktı. Her ışık aydınlığa çıkarmaz ki. Üstadım, eserlerindeki insana olan merhametin karanlığa inat ışık.
Sevgili Psikoloğum, başka bir terapide bahsetmek üzere, şimdilik değinmeyeceğim imtihanlar yaşarken, katalog görüşmesi yapmak için İkiçeşmelik’te ayakkabı imalatçılarını dolaşıyordum... O gün Özden Kahya kardeşimle de tanışmıştım. O zamanlar çok kaliteli bayan ayakkabısı imalatı yapıyordu… Özden, dostluğu ve cömertliği iyi olan ve akıllı sohbetleri sevdiği için onunla aklı kullandıran mevzuları bolca konuşmuştuk. Özden’le her karşılaştığımızda eserlerindeki ilaçlardan bahsetmiş, bazen iman hakikatlerinden okumuştuk: “Dinlemesi keyif verici şeyler” ve “Sizinle sık görüşmek isterim” demiş, memnuniyetini ifade etmişti. Ben de her yolum İkiçeşmeliğe düştüğünde kendisini ziyaret etmekten keyif alıyordum. Aklı kullanmak isteyenler ile sohbet yolculuğuna çıkmak, gerçekten lezzet vericidir.
Sevgili Psikoloğum, çayı da güzel içen Özden’le, açık hava ve hoş bir yerde çaylarımızı yudumlarken, 28 Şubat’ın yaşattığı hadiselerden feveranlı dille sohbet ediyorduk, dindarların yaşadığı zulüm ve kirli oyunlardan dolayı. O yaralı, ben yaralı idim; her vicdan sahibi insanlar gibi... Taş gibi yürek taşımaktansa; hüznün ıslah edici elleri şifalıdır. Sohbetten sonra izin istedim ve kitabı açtığımda ilk çıkan yeri okumaya başladım… “Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder, vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.” Okuduklarıma ilgi gösterip, harika izah tarzınıza hayran kalmıştı.
Sevgili Psikoloğum, insanlar genelde mideyi doyurup, aklı üvey evlat gibi ihmal edince, bulduğu güzel sofra ile aklın ne kadar açlık içinde olduğunu anlayıp, iştahla buyur ediyorlar... Aslında Risale-i Nurlarla ihtiyaç sahiplerine sofra koyarken, kendi açlığımızı, ruhumuzu da doyurmayı sağlamış oluyorduk. Dinleyen bilmez ki ne denli ihtiyaç sahibi olduğumuzu. Okuduklarımızı, dilimiz döndükçe anlatmamıza baktıklarında, sanıyorlar ki biz hiç acıkmıyoruz. Oysa mutfakta olan ve yemek işiyle uğraşanlar da acıkır, hatta yiyenlerden daha vitaminsiz bile olabilirler… Radyodan çıkan hakikatler radyoya, ağaçtan çıkan meyve, ağaca fayda vermezken başkaları faydalanabilmekteydi…
Sevgili Psikoloğum, Özden kardeşim, değişik yerlerden okuduklarımı, ilgi ile dinliyordu… Arada reçetende cevabı olan sorular soruyordu. Çayımdan son yudumu alırken:
“Özden, samimiyetine binaen diyeceğim, gel seninle bir yolculuk yapalım. Zaten Üstadımız Ayet-ül Kübra risalesi ile muhteşem bir seyyahlık yaparak, bize yolculuğu öğretmiş” dedim.
“Nereye” dedi.
“Kendimize” dedim. Şaşkınlıkla:
“Bu nasıl olacak abi, nasıl bir yolculuk?”
“Kendi iç dünyamıza” dedim. Yolumuz uzun ve engellerimiz çok, nefesimiz yeter mi bilmem.
İnsanın kendine gidişi yorar, ama bu asıl bir yolculuktur. Belki de çoktandır kendimizi sahipsiz bırakmışızdır, kapımız, bacamız kapalı kalmış, örümceklerin tezgâhı haline dönmüştür.
“Siz bunu söyleyince bende isimlendirebilirim, zaten okudukların kafamda bir yolculuk başlatmıştı. Bu da ilginç olacak sanırım.”demişti.
Okuduklarımızla kendimize yürüdük yürüdük... Her cümle duygularımızın, aklımızın kapısını, bacasını açıyor; dağınık içimizi havalandırıyordu… Şuurumuzdaki salıncak kuran örümcekler, hakikatlerin cereyanı ile birer birer yok oluyordu...
Sevgili psikoloğum, sizin vicdanlarımıza müspet müdahalenizle anlıyoruz ki, sözcükler doğru olmalı, dil birilerine doğruyu söylerken elbette içerde yangınlarda vardır, ya da kendisinden uzaklarda gurbettedir. İnandığı davayı haykırırken insan, zaaflarının ve sis kaplayan hissiyatının etkisinde garip bir ahvalde de olabilir. Bazen aklının, bazen öfkesinin, bazen şuurunun ayağı kayar ve sonra kendisi düşer aklına, ne çok ilgisiz bıraktığını anlar. Siz milletin imanını selamette görmek arzusu ile dava adamı olmuştunuz, biz ise eksiklerimiz ve ufkumuzun darlığı ile kendi derdimizin insanı olmuşuz.
Sevgili Psikoloğum, sizin sıkıntılarınız ve çektiklerinizin yanında bizimkilerin çöp gibi kaldığını anlamıştık. İçimiz çöpten evler gibi dolmuştu. Elimize ne geçmişse tutup atmışız. Ehemmiyeti olmayan bizce sıkıntı verici şeyler, reçeteni okudukça içeri temizleniyordu... Ve anladık ki evin her gün havalandırılmaya ihtiyacı olduğu gibi, bizlerinde her gün, iman hakikatlerini okumakla, içeriyi havalandırmış ve çöplerden kurtulmuş olacaktık. Lüzumsuz şeylerle içimiz çöpten evler, Risale-i Nurlar ise bir Zabıta gibi, bizi temizleyen hakikatler... Makamın cennet, taleben bol olsun üstadım!