Başlık, Hüsrev Hatemi'nin bir rubaisinden. İbrahim Peygamber'in dilinden gelen, 'uful edenler, kaybolanlar sevgiye değmez' haberinin bir başka ifadesi. Hüsrev hoca, Süheyl Ünver gibi bir tıp alimi aynı zamanda.
Ama, tıp ilmindeki yetkinliği kadar, belki onunla yarışır biçimde bir şair. Bir İstanbul beyefendisi. 'Melali anlayan' dolayısıyla aşinası olduğumuz kuşaktan. Böylesi bir gönül ancak, 'sevilen hiç ölümlü olmamalı' diyebilir. Böylesi bir sadelikle, samimiyetle ancak o konuşabilir. Hüsrev hoca, bilgelik geleneklerinin içinden konuşan bir dil. İnsana en çok yakışan nitelik alçakgönüllülüktür, tevazuda Hoca gibisi az bulunur. Modernlerin barbarlığı karşısında ancak böylesi bir mütevazi bu denli zarif ama köktenci konuşabilir: 'Sevilen hiç ölümlü olmamalı/Kader ona zulümlü olmamalı/Zaman, O'na dokunmadan geçiver/Kimse ondan alımlı olmamalı' diyebilir. Kaderin 'zulümlü' olması, gerçekte insanın zalim olmasına işarettir.
Dün, Hoca gibi büyük bir tıp alimi ve sanatkârın ölüm yıldönümü idi: Süheyl Ünver'in. 1898 doğumlu Ünver. Yüzyıla tanık olmuş. Tıp tarihimizin modern zamanlardaki en değerli isimlerinden. Fakat asıl kıymeti, bilgelik geleneğimizin sanatkârane yanlarına dair katkısında. Ebru, tezhip, hat, minyatür, musiki, edebiyat... Bütün bu alanlarda, dillerde Ünver, 'uzman' ve sanatkâr olarak bir üstad, bir mektep haline gelmiş. Tıp fakültesinden bazen hekim çıkar, derler; Hatemi ve Ünver, bunu en çok doğrulayan iki isimdir. Ünver, Fransızca, Arapça ve Farsça biliyor. Üflediği ney, ayrılıklardan şikâyet eden kamil insan. Yaşamıyla, bizatihi insanın yetkin örneği. Ali Kuşçu'ya ilişkin de kitabı var, Karahisari'ye dair de. Tıp tarihi kürsüsü de onun eseri. Hüsrev hocanın şu dörtlüğü, belki de onun gibi yetkin insanların halleri için söylenmiştir: 'Sevgi, acıyı öğrenmektir/Tüm bencilliklerden iğrenmektir//Bir özge kurbanlığa olup talip/Her an, her saniye doğranmaktır'
Bu, İmam Hüseyin ahlakıdır. 'İyiliğe iyilik, kötülüğe iyilik'le karşılık vermektir. Bu, ne yerinmek, ne sevinmektir. Çünkü aklı başında olan insan ne dünya işlerinden kazandığına sevinir, ne kaybettiğine üzülür. Bu, birlik düzeyidir. Bu hafta sonu Erbil'de Abant Platformu toplandı. Türkiye'den onlarca akademisyen, aydın, okur-yazar Erbil'e gitti. Geçen yıl, Bolu'da konuşulan Kürt sorunu, bu yıl, Kürtlerin, Türkmenlerin ve Arapların yaşadığı kritik bir bölgede dile geldi. Erbil toplantısı, çok değerli bir adım oldu. Bizim geleneksel diplomasi dilimizin ve anlayışımızın yenilenmesi gerektiği bir kez daha görüldü. Kürtlerin, Türkmenlerin, Arapların, Ermenilerin, Süryanilerin... bölgede ve Ortadoğu havzasında yaşayan farklı etnik ve dinî toplulukların barış ve esenlik dolu bir geleceği nasıl inşa edebileceklerine ilişkin son derece kıymetli düşünceler serdedildi, tartışmalar yapıldı. Empatik ve diyalojik bir dilin inşasının gereği bir kez daha anlaşıldı, ifade edildi. Erbil, Osmanlı döneminde, 19. yüzyıl başlarına değin, Bağdat'a bağlı bir kaza merkezi.
Bağdat ve Basra, iki Osmanlı kenti. Irak, yakın sayılabilecek bir zamana kadar, medeniyetimizin birkaç şehrinden, Musul, Bağdat ve Basra'dan ibaret. 2003'ün Mart'ından bu yana, Irak, Osmanlı sonrası tarihinin en kirli, en kanlı, en kaotik dönemini yaşıyor. Irak, medeniyetimizin en yaygın üç dilinin konuşulduğu (Arapça, Türkçe, Kürtçe), müştereklerimizin çok olduğu bir coğrafya.
Erbil'deki bu toplantı, bizim kadim medeniyetimizin, ortak tarihsel belleğimizin, aynı ruh ikliminin hareketlenmesi açısından da son derece anlamlı ve önemliydi. Osmanlı döneminde, 'uzak'tan kinaye Irak denilen bu bölge, bugün, bizim için artık son derece yakın. Bu yakınlığın temelini bilgelik oluşturuyor; bu tarihsel hafızada, Bağdat ve Basra'da bir zamanlar yaşamış onlarca büyük bilge yatıyor. Hasan-ı Basri, Cüneyd-i Bağdadi, Geylani, Tusi, Fuzuli, El-Kindi, Farabi, Nizamülmülk, Fuzuli, bunların birkaçı.
Mezopotamya uygarlığının, Abbasilerin, Harun Reşid'in, Binbir Gece'nin iklimi burası. Bizim durdurulmuş olan medeniyetimizin, kardeşlik hatıralarımızın coğrafyası. Türkiye'nin geleneksel dış politikasında bir değişim yaşanıyor. Eskiyen, pörsüyen, yanılan yanlarımız değişiyor; Türkiye, köhnemiş, tutuk ve güdük yanlarından kurtuluyor, daha dinamik, çok boyutlu bir eğilim, bir tutum belirginleşiyor. Avrupa veya Amerika merkezli algı kırılmaya başladı. Dünyanın manevi merkezi neden İbn Arabi'nin kutlu bedeninin yattığı Şam olmasın! Niçin arzın ruhu Mekke, kalbi İstanbul denmesin. Neden Üsküp veya Bağdat, durdurulmuş olan kadim medeniyetlerinin dinamikleriyle tekrar buluşmasın? Şeyh el-Alevi'nin göz kamaştıran bilgeliği, Mağrib'e hayat vermesin. Risale-i Nur'un modern zamanlarda yeniden kurduğu o büyük bilgelik neden dünyamızın çürüyen, pörsüyen yanlarını onarmasın, insanın büyük uygarlığını tekrar inşa etmesin? Bizim İran'la, Mısır'la, Pakistan'la, Çin'le, Özbekistan'la, Tunus'la, İspanya'yla, İtalya'yla; büyük hikâyemizin aynı olduğu o coğrafyalarla ilişkilerimiz neden güçlenmesin, gelişmesin, barış ve esenlik yönünde büyümesin, derinleşmesin? Aynı göğün altındayız. Aynı büyük hikâyenin içinden geliyoruz. Aynı iklimin çocuklarıyız. Modern zamanlarda beliren çatışma alanlarını yok etmemiz mümkün değil mi? Doğu'yla da Batı'yla da ilişkilerimizi, medeniyet ekseninden yeniden inşa etmemiz, 'çıkar'a ve çatışmaya değil, bilgeliğe, insanlığa, iyiliğe, hayra ve hakikate dayalı ilişkiler kurmamız gerekmiyor mu? Kendimize ve ötekine acı vermeden yaşamak hayatın asli gayesi değil mi? Bireysel ve toplumsal egomuzun dürtüleriyle, ihtiraslarıyla davranmak yerine Yaratıcı'nın yüksek huzurunda insana yaraşır bir sadelik, bir olgunluk, bir adalet ve merhamet duygusuyla ilişkiler kurmamız, mevcut ilişkilerimizi gözden geçirmemiz, düzenlememiz mümkün değil mi? Hüsrev Hoca'nın dediği gibi, 'Uzak kentlerde, gözler... Birlikte götürülen/Sıcak ya da soğuk bakışlı gözler/Bakmağa başlayınca ruhumuza.../Anılar yüklenir kadırgalara//Korsanlı ve tehlikeli denizlere/Gönderilirler ve dönmez çoğu/-Dönmemelerini biz istedikti- //Bütün girdaplara sebep kendimiz.../Sevgiler Tanrı'dan armağan ise/Kavgalar sade bizim eserimizdir." Dünyanın üçüncü büyük petrol havzası olan bölgedeki kavga, 2003'ten bu yana iki milyona yakın insanın ölümüne neden olan kanlı, kirli saldırıların merkezinde sadece kimlik sorunları, bir arada yaşama meselesi yok, petrol ve diğer unsurlar da var. Bölgeye 'demokrasi getirme'yi kendisine görev edinmiş caniler var.
Sagopa Kajmer'in dilinden dinleyelim: "Topalla gezen aksamak öğrenir,/ Abanın Kadri yağmurda bilinir ve hatıra silinir (Sagopa Kajmer, Hey Sago hadi). Ana gibi Yar olmaz, Bağdat gibi Diyar olmaz ama Bağdat bombalanır. [bummm] (yoo Sagopa K.) Hey hadi, hadi söyle, hadi söyle. Kimin yaşıyacağına kim karar veriyor? Kimin ölüceğine kim karar veriyor? Bu savaş anlamsız. Bana bakın burda duruyorum ve üstüme tek bir kurşun bile gelmiyor. Bir tane bile gelmedi. Neden!?! Peki neden hepsinin ölmesi gerekiyor? Burda durabiliyorum görüyorsunuz."
Zaman