Seydâ Melle Sabri Rahîmehullah

Musa Kazım YILMAZ

17 Mart 2013 Pazar günü Ceylanpınarlı Seyda Mele Sabri’nin 1. vefat yıldönümüydü. Kardeşi Molla Halil Hoca, büyük oğlu Ahmet Alkış ve yeğeni iş adamı M. Emin Değer, Seyda’nın vefat sene-i devriyesinde hem onu rahmetle anmak, hem dostlarını bir araya getirmek hem de bir hizmete vesile olmak amacıyla bir program tertiplediler. Program Seyda’nın kurduğu köy olan Yüksek Tepe (Hırbe Téz) köyünde icra edildi. Bir gün öncesinden, yani Cumartesi gününde itibaren köyle gelenler vardır. Başta Üstadın talebesi Abdulkadir Badıllı, Sayın Urfa Valisi ve bürokratlar, Haliliye Vakfı fahri Başkanı Mustafa Kılıç Hoca, Emekli Müftü ve öğretim üyesi Dr. Ahmet Yılmaz Hoca, Mele Sabri’nin kardeşi Molla Halil Hoca ve Seyda’yı tanıyan bine yakın dost ve talebeleri ihtifale katıldı. Program, imkânları kıt olan bir köyde olduğu halde eksiksizdi. Her şey düşünülmüştü. Seyda’nın ruhuna ithaf edilmek üzere Kur’an okunda ve dualar edildi. Herkes Seyda’dan çok sitayişle bahsetti. Bu fakir de, şahit olduğu Seyda’nın bazı hatıralarını anlattı. Şöyleki:

Mele Sabri İslam davasına öylesine bağlı, öylesine âşık ve öylesine meftun idi ki, ona bakan kimse, “Bu adam davasını için yaşıyor” demekten kendini alamazdı. Onun yüzünde mütekâmil ve mağlup edilmez bir mümin siması vardı. O düşünceleriyle, konuşmasıyla, yürüyüşüyle, oturuşu ve kalkışıyla, hatta namaz kılışıyla çok farklı bir insandı. Sanki namaz kılmanın nasıl olması gerektiğini insanlara öğretmek için yeryüzüne gönderilmiş abidevi bir şahsiyet idi.  Ne yalan söyleyeyim, onun namaz kılışını seyrettiğimde, kıldığım namazlardan utanır ve mahcubiyet içinde kalırdım.

Seydâ’yı her gördüğümde içten kabaran bir heyecanla konuşurdu. Ölüler karargâhına benzeyen İslam âleminin hali onu derinden üzüyordu. “Hocam bu Müslümanların hali ne olacak ha? Her kafadan bir ses çıkıyor. Ah bu Nur talebeleri akıllarını başlarına alıp, onlar bir araya gelselerdi bari…” derdi. Sonra Müslümanların birlik olmaları halinde neler yapabileceklerini anlatır, asr-ı saadetten ve İslam tarihinin muhtelif devirlerinden örnekler verirdi. Sonra da uzun müddet susardı.

Onun suskunluğunda da söze meydan vermeyen öyle bir belagat vardı ki, hayran kalırdınız. Evet, bazen sükût en ateşli ve en tesirli bir hitabetten daha beliğanedir. Üstadımız Bediüzzaman da sırların üstüne perde çekmek için çoğu zaman “Sükût” der. Bazen de sükût laftan anlamayanların yüzüne bir şamar gibi de gelir.

 İslam ve Müslümanlar söz konusu olduğu zaman Seydâ’yı korku ve ızdırap içinde, hatta çok zaman mahiyetini tayin edemediğim tarifsiz bir üzüntü içinde görürdüm.  Adeta davası için kıvranır dururdu. Tıpkı Üstadı gibi, “Alem-i İslam’a indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum” şeklinde bir halet-i ruhiye içindeydi. Zayıf vücudunda ve kelebek omuzlarında ilahî davanın ağırlığını hep hissediyordu. Ona göre suçlu olanlar sadece dinimize saldıranlar değildi. En az onlar kadar, bu işe ses çıkaramayanlar da mücrimdi.

Bakışları çok derin ve anlamlıydı. Bazen birisinde, İslam’a aykırı bir hal gördüğü zaman, adeta yüksekten dökülen bir şelale misali ardı arkası kesilmeyen bir bakışla bakardı. Kendisinden bahsedilmesini asla istemeyen biriydi. Çünkü o hakikatli bir adamdı. Zaten hakikat, kendini anlatmaktan müstağnidir. Bir aynanın “Ben aynayım” demesine ne gerek vardır!

17 Mart 2012’da vefat haberini aldığımda, “Eyvah! Bir yıldız daha kaydı. Ümmetin ışık kaynaklarından biri daha gitti ve karanlıkta kaldık.” dedim. Zaten bütün olumsuzlukların, yıldızsız ve karanlık gecelerde saklı olduğunu söylerler.  Ceylanpınar’ın Yüksektepe köyünde onu defnetmeye gittiğimizde, gelenler köy meydanına sığmamışlardı. Uzaktan ve yakından çok sayıda sevenleri namazını kılmak için gelmişlerdi. Allah sonumuzu hayr etsin de, Seydâ gibi âlimler eksik olmasın.

MARDİN

Mardin, Seydâ’nın manevi cihadında önemli bir yere sahiptir. Kendisi Ceylanpınar’da otururdu ama onun hizmet için ilgi duyduğu alan Mardin ve civarıydı. Seydâ’yı ilk olarak Mardin’in Tuhup Köyünde, yani kendi köyümde görmüştüm. Yıl 1968…O zamanlar kurulacak olan Milli Nizam Partisi için köyde bir çalışma yapmaya gelmişti. Köyün ileri gelenlerini toplamış onlara vaaz veriyordu. Çok güzel ve belağatlı konuşuyordu. Zaman zaman acı da olsa, muhatabını ürkütecek de olsa, doğru uyarılarda bulunmayı ihmal etmezdi.

O zaman 40-45 yaşlarındaydı. Omzunda beyaz cübbesi, siyah sakalı, şahin bakışları, ela gözleri ve levendane yürüyüşüyle köyde herkesin dikkatini çekmişti. Onu ilk gördüğümde sevmiştim. Mağmum ve mahzun çehresinin etrafında ünsiyet verici bir ifade saklıydı.

Gel zaman git zaman, aynı yılın güz mevsiminde Mardin İmam-Hatip lisesine kaydolduğum günlerde Seydâ’yı orada daha çok görmeye başladım. Kendisinin resmen vaaz verme yetkisi olmadığı halde, bazı cumalarda Mardin Şehidiye camisinde kürsüye çıkar ve çok ateşli vaazlar verirdi. Çok güzel Arapça ve Türkçe konuşurdu. O kadar selis ve akıcı bir lisanla Arapça konuşurdu ki, o konuşurken şiir dinlediğinizi sanırdınız. Kürtçeyi de çok güzel konuşurdu. Kendisine mahsus güzel bir Türkçe şivesi de vardı. Şivesi farklıydı ama cümleleri düzgün ve birbiriyle irtibatlıydı.

Özellikle İmam-Hatip Lisesi öğrencilerine yardım yapılması konusunda yaptığı vaazlarla Mardinlileri gayrete getirmişti. Mardin Müftüsü onun vaazlarından hoşlanmıyordu. Hatta zaman zaman onu şikâyet ettiği de oluyordu. Fakat Seyda bıkmadan vaaz vermeye devam ediyordu. “Hak ve hakikat kimsenin tekelinde değildir” diyor ve itirazlara aldırış etmiyordu. Seydâ günlerce Mardin’de kaldığı için Mardin’de ikamet ettiğini sanıyordum. Meğerse Mardin’li birkaç hayırseverle birlikte bizim gibi köyden gelen İmam-Hatip öğrencilerine aşevi ve yurt hazırlamakla meşguldu. O hayırseverlerden birisi Haci Ahmed Ensarî amcaydı. Haci Ahmed serbest meslek sahibi bir hayırseverdi. Diğer samimi olduğu hayırsever ise, Selim Yücesoy idi. Halkevinin karşısında, PTT’ye bitişik eski emniyet binasının altında kırtasiye dükkânı vardı. Başka arkadaşları da vardı. Aklımda kalan bunlardı.

Seydâ bu iki zatla birlikte İmam-hatip Lisesindeki fakir öğrencilere hem yurt hem aşevi hazırlar, hem de giyim ve kitap yardımı yapardı. İlk hazırladığı yurt, Mardin Şehidiye camisinin avlusundaki medreselerdi. 1968-1969 yılının ilk iki ayını orada geçirdik. Aşçımız, çok güzel Kur’an okuyan bir müezzin idi. Çorbaları ve yemekleri çok lezzetliydi. Fakat o bina, Bayındırlık Müdürlüğü tarafından “Yıkılabilir” kabul edildiği için Seydâ ve arkadaşları gecelerini gündüzlerine katarak Mardin Latifiye camisinin avlusundaki medreseleri tamir ederek onu İmam-Hatip yurdu haline getirdiler. Yurt iki büyük koğuştan ibaretti. Sadece üst tarafta, belletmenlerin ve bir misafirin kalabileceği bir-iki oda vardı. Seydâ’nın büyük oğlu Ahmet Alkış ve yeğeni M.Emin Değer de orada kalıyorlardı. Daha sonra yanlarına, aslen Sirrt’li olan ve Diyarbakır İmam-hatip Lisesinden Mardin’e gönderilen “Ahbab” lakaplı bir talebe daha yerleşti.

Seydâ’nın hayatı çok hareketliydi. Mardin’de iken her zaman uygulamak istediği sosyal bir projesi vardı. O hiçbir zaman bir birine benzeyen günler yaşamak istemiyordu. Ona göre birbirine benzeyen, hizmetsiz, projesiz ve faaliyetsiz günler kadar insanı bitiren bir azap olamazdı.

SİNEMA

Seydâ sık sık kaldığımız yere gelir ve öğrencilerin durumunu kontrol ederdi. Kendisi benim ağabeyim Ahmet Yılmaz Hoca ile tanıştığı için bana ayrı bir yakınlık gösteriyor ve farklı bir sorumluluk yüklüyordu. Mesela öğrencilerin sabah namazlarına kaldırma işini bana vermişti. Diğer taraftan öğrencilerin sinemaya gitmemeleri için beni adeta görevlendirmişti. Ama sinema o kadar cazip bir şeydi ki, gençleri oradan tamamen uzaklaştırmak imkânsızdı. Zira gösterime giren yerli ve yabancı filmlerde gençlere heyecan veren, hatta onları şaşı yapan bir tema vardı. Ben de hiç sinemaya gitmemiştim.

Bir gün ısrarlarına dayanamadık ve çok samimi dostum M. Nuh Erkan (Yurgiden) ile birlikte biz de sinemaya gittik. Hatta birkaç defa daha birlikte gitmeye başladık. Hatta hiç sinemaya gitmeyenlerden olan Fikri Bakır ve Kazım Bakır da sinemaya gitmeye başladılar. O zamanlar, bir imam-Hatip öğrencisinin sinemaya gitmesi kabahat sayılırdı. Derken bir gün Seydâ gelmiş ve öğrencilerin sinemaya gidip gitmediklerini öğrenmek istemişti. Öğrencilerden birisi, “Hocam, senin koğuş belletmeni olarak belirlediğin Musa Yılmaz da sinemaysa gitti” deyince Seydâ beni çağırdı ve “Duyduklarım doğru mu? Yahu sen nasıl sinemaya gidersin? Sen Medresede Arapça dersleri okumuş bir adamsın. Bu sana yakışır mı?” dedi.

Seydâ’yı karşımda son derece ciddi ve öfkeli bulunca sararıp ürperdiğimi hissettim. Suçunu itiraf eden bir mücrim gibi korka korka başımı önüme eğdim. Ben de üstadın ibret için bir kere sinemaya gittiğini duymuştum. Sıkışınca ne diyeceğimi bilemedim ve “Hocam, sadece ibret almak için sinemaya gittim?” dedim Seydâ bunu duyunca gülmeye başladı. Onun bu kadar güldüğünü ilk defa görüyordum. Biraz rahatlamıştım. Uzun uzun güldükten sonra birden bire iki kaşının arasına çekilen çizgide bir telaş gördüm ve korktum. Çünkü Seydâ son derece ciddi bir insandı. Siyah sakal ve karakaşlarının örttüğü yüzünde son derce vakur bir çehre vardı. Yüzü, hakikatin çehresi gibi biraz sertçeydi. Sakinleştikten sonra bana döndü ve “Bak oğlum! Sinema İslam düşmanlarının gençliği bozmak için icat ettikleri bir alettir. Her sinemaya gidişiniz, siz farkında olmadan kalbinizde ve ruhunuzda bir yara açar. Sonra bu yaraları nasıl tedavi edebilirsiniz? Açık-saçık filmler gösteriliyor. Bu yüzden sinemaya gitmek namuslu insanların işi değildir. Faziletli olmak belki insanın elinde değil, kader-i ilahiye bağlıdır ama namuslu olmak insanın elinde… Haydi bakalım, seni bu kez afettim. Ama bundan sonra sinemaya gitmeyeceğine söz vereceksin. Bu öğrencilere iyi örnek olman lazım.” dedi.

NAMAZ

Seydâ’nın namaz kılışı başlı başına bir fenomen idi. Namaz kılarken deprem olsa, dağlar hallaç pamuğu gibi dağılmaya başlasa, hatta evin yanıyor deseler, o asla namazdaki huşudan ve tadil-i erkândan taviz vermedi. Namaza giriş tekbiri olan iftitah tekbirini alırken, tıpkı üstadı gibi, adeta kalbinin hopladığını, göğsünde suların kaynadığını, “Allahu Ekber” derken kilitlenen çenesinin çatırdadığını sanırdınız.

Bir gün bana, “Bugün Ceylanpınar’a gideceğim. Bana bilet al; ben öğle namazını kılacağım, beni biraz beklesinler” dedi. Ceylanpınar otobüsü saat 13’te, Heykelin yanından kalkıyordu. Mayıs ayının son günleriydi. Havalar aşırı sıcaktı. Otobüslerde de klimalar yoktu. Gittim, onun için on liraya bir bilet aldım. Hareket saatine on dakika vardı. Saat 13 oldu. Adamlar, “Kardeşim, hava sıcaktır. Otobüsün içinde boğulacağız. Hani Seydâ gelecekti? Git kendisine söyle çabuk gelsin” dediler. Ben gittim, Seydâ öğle namazının sünnetini kılmış, kamet getiriyordu. Durumu kendisine anlattım. Bana döndü ve “Git onlara söyle, ben namaz kılmadan gelmeyeceğim. Kendileri isterlerse gitsinler.” dedi. Ben de gittim, aynısını onlara aktardım. Adamlar “Daha fazla bekleyemeyiz” deyip hareket ettiler. Seydâ namazı tadil-i erkânla kılmak için o gün gitmekten vazgeçti. Bilet parasını da almadı. Oysa o kadar zahidane yaşıyordu ki, çoğu zaman cebinde Ceylanpınar’a gitmek için bilet parası olmuyordu.

CEYLANPINAR

Seydâ Ceylanpınar’da da boş durmuyordu. Bugünkü Ceylanpınar Ulu Camii’nin inşaatında onun büyük emeği vardır. Seydâ’nın kendisi anlatırdı: “Biz Ceylanpınar’da Tuhuplu Şeyh Amer ile birlikte Ulu camii için sınır boylarında taş topluyorduk. Yanımızda işçiler vardı. Bir gün işçilerden birisi yerin yarım metre derinliğinde bir büyük köşe taşı buldu. Fakat tam taşı kazma ile kaldıracağı sırada, kazmayı vurduğunda adam mechul bir güç tarafından kazmayla birlikte yarım metre öteye fırlatılıyor.  Bizi çağırdı. Biz gittik ve duruma baktık; hakikaten de kim kazmayı vuruyorsa fırlatılıyor. Taşın yavaş kazılmasını ve incelenmesini söyledim. Nihayet taşın üstünündeki toprağı elimizle temizledik ve üstünde bir yazı olduğunu fark ettik. Üstünde Arapça olarak “EŞ-ŞEHİD HAMDULLAH”  diye yazılıydı. Hemen oraya bir işaret koyduk ve kabrini belirli hale getirdik.”

Seydâ o caminin inşaatını bitirdi ama orada maaşlı imam olmak istemedi ve Şeyh Amer’in imam olarak tayin edilmesi için uğraştı. Sonunda Şeyh Amer oraya imam oldu ve oradan emekli oldu. Çünkü Seyda devlet dâhil, hiç kimseden bir beklenti içinde değildi. Ona göre maaş alıp vazifeye bağlı kalmak istediği hizmeti yapamamak anlamına geliyordu.

Sonra Seydâ evinin yakınlarındaki caminin avlusunda bir Kur’an Kursu binası inşa ettirdi ve Ankara’ya giderek oraya kadro verilmesi için çalışmalarda bulundu. 1973 yılında, Ankara’da imamlık sınavına girdiğimde, tayinim tercihan Kur’an Kursu öğretmeni olarak Ceylanpınar’a çıktı. 19 Eylül 1973 yılında Ceylanpınar’daki görevime başladım ve Seydân’nın evinin bitişiğindeki Medresede kalmaya başladım. Seydâ’nın bir de Devlet Üretme Çiftliği yakınlarında 30 dönüm kadar arazisi vardı. Genelde yazları orada kalır, kışları şehir içine gelirdi. Tarlayı bir ortağa verir, kendisi de oradaki evde kalırdı. Seydâ’nın misafirleri eksik olmazdı.

İlk göreve başladığımda Seydâ çok sevindi ve bana, “Bak Musa efendi, bu Kursun yanındaki caminin imamı yoktur. Sen hem Kur’an Kursu öğreticiliğini yapacaksın hem de camide imamlık yapacaksın. Burada görev yapmazsan günah senin boynunda kalır.” dedi. Ben de imam tayin oluncaya kadar hem imamlık yapıyordum hem de Kur’an Kursu öğreticiliği yapıyordum. Seydâ zaman zaman gelir ve bize imamlık yapardı. Kendisi son derece ağır ağır namaz kılıyordu. Sonra medreseye gelir ve Risale-i Nur’dan bir ders yapardı. Biraderi Molla Halil de hep orada bulunur, hem kendisi hem hanımı ve çocukları medresenin ve misafirlerin hizmetlerini görürlerdi.

RİSALE-İ NURLA İLK TANIŞMASI VE RÜYA

Bir gün Seydâ’ya sordum; “Hocam siz Risale-i Nur’la nasıl tanıştınız?” Seydâ şöyle dedi:

“Ben aslında Şeyh Ahmed el-Hiznevî’nin yanında okudum, icazet aldım ve tarikatta halife olmak üzere Türkiye’ye gönderildim. Bir gün Urfa’dan gelen bir hoca  “İŞARATU’L-İCAZ” adlı bir kitap getirdi. Ben kitabı alıp okudum. Kitap ruhumda fırtınalar meydana getirmişti. Heyecanım o kadar galeyana gelmişti ki, mutlaka bu kitabın müellifi Bediüzzaman’la görüşmek istiyordum. Artık tarikatı ve halifeliği unutmuş, tamamen Risale-i Nur odaklı düşünmeye başlamıştım. Fakat bende hala bazı tereddütler vardı. Acaba Büyük Şeyhin oğlu ve seydam Şeyh Aladdin ve diğer Hocalarım ne der, diye endişe ediyordum. Tam bu heyecanlı halde iken bir gün Duha namazını kıldıktan sonra bir rüya gördüm.”

“Rüya şöyle: Ben bir bahçede bulunuyorum ve o bahçeden meyveler topluyorum. Şeyh Ahmed el-Hıznevî de yanıma geldi. Birlikte eski günlerde olduğu gibi sohbet ediyorduk. Derken baktım asker kıyafetinde olan ve elinde bir hayzeran çubuğu olan bir adam yanımızdan hızla geçti. Geçerken bana ve Şeyh Ahmed’e işaret ederek “Arkamdan gelin” dedi. Biz de arkasından yürümeye başladık. Fakat Hazret o kadar hızlı gidiyordu ki, ona yetişmek için koşmak gerekiyordu. Şeyh Ahmed bana, “Bu Bediüzzaman’dır” dedi.”

“Nihayet önümüzde koşan adam bir kulübenin kapısında durdu. Biz de onun arkasında durduk. İçerde öyle çirkin ve mendebur bir adam var ki, büyük başlı, çirkin suratlı, fırlak ve iri gözlü, çarpık burunlu, uzun boylu, şişman ve canavar dişli bir adam… O çirkin adamın etrafında, kendisine benzeyen bazı adamlar vardır. Bizim önümüze düşüp bizi götüren adam kulübeden içeri girince o çirkin adam hemen ayağa kalktı ve ikisi güreşmeye başladılar. Güreş çok çetin geçiyordu. Nihayet bizim adamımız o çirkin ve şişman adamı mağlup etti. Bizler de tekbir getirmeye başladık. Dehşet ve sevinç içinde uyandım. Kan-ter içindeydim.”

“Üstadın talebelerinden olan Abdullah ağabey Urfa’daydı. Bu rüyayı ona anlatmaya karar verdim. Urfa’ya gittim ve kendisine rüyayı anlattım. Abdullah Yeğin ağabey, “Bak kardeşim, o gördüğün zat Üstad’tır. O çirkin adam da Süfyan’dır. Üstadımız Süfyan’la mücadele ediyor. Üstadımız ‘Ben küfrün belini kırdım” sözüyle bunu kastediyor. Üstad, Süfyan’la olan mücadelesinde galip gelecektir. Bunda şüphemiz yoktur. Bu yüzden Üstadımız rüyada hem seni hem de Şeyh Ahmed’i irşad etmiştir. Şeyh Ahmed’in seninle birlikte Üstadın arkasından gitmesi, o şeyhin Risale-i Nur hizmetini desteklediğine ve alkışladığına işarettir.” dedi. Ben de o günden sonra kesin bir dönüşle Risale-i Nur hizmetine döndüm.”.

NUR HİZMETİNDEKİ YERİ

Seydâ farklı bir Nur talebesiydi. Risale-i Nurları eskimez yazıdan okurdu. Adeta içinde kalbi varmış gibi büyük bir saygı ve büyük bir muhabbetle Risaleyi eline alırdı. Büyük bir iştiyakla sözleri eline alır ve okurdu. Risale-i Nur’u okurken, gözlerinden ruhuna doğru tatlı bir aydınlık ve sevincin vücuduna süzüldüğünü fark ederdiniz. Okurken bazen çok duygulanır, ağır ve sökülmez bir hıçkırık göğsünde kabarmaya başlar, çoğu zaman bunu belli etmek istemez, fakat bazen de ağlar ve gözyaşları kirpiklerinde asılı kalırdı. Sonra “Ah üstad Ah! Senin muasırların seni hakkıyla anlayamadılar. Hocam bu hocalar ve şeyhlerin sorumlulukları çok ağırdır. Üstad ‘Risale-i Nur medrese malıdır’ diyor. Fakat maalesef medrese mezunları değil, mektepli gençler üstada ve Risale-i Nur’a talebe oldular. Hocalar ise Üstada ve Risale-i Nur’a sahip çıkmadılar. Bu yüzden sorumlulukları büyüktür.” der ve Müslümanların darmadağın hallerini, acılarını ve sevinçlerini kalbine gömerek hayıflanırdı.

Seydâ, Nur talebelerinin siyasete girmelerini, özellikle Adalet Partisine destek olmalarını hiç içine sindiremedi. “Bunda büyük bir yanlışlık vardır. Ağabeyler nasıl böyle bir şeye izin verirler, anlayamıyorum” derdi. Zaman Seydâ’yı haklı çıkardı ve Nur talebelerinin siyasete girmelerinden ve Adalet Partisini desteklemelerinden sonra ciddi şekilde bölünmeye başladılar. Onları bölenlerin gizli zındıklar olduğu daha sonra anlaşılacaktı.

Seydâ müdakkikti ve kolay ikna edilebilen birisi değildi. Çünkü olaylara eleştirel bir bakışla da bakmasını biliyordu. Bu yüzden siyasî konularda genellikle bazı ağabeylerle tartışır, fakat onlara dua etmekten geri kalmazdı. Her karşılaşmamızda mutlaka İslam âleminin ve Nur talebelerinin durumunu sorar ve yorumlar yapardı. O Müslümanların dertlerini dert edinmişti.

Ders yaptığı zaman, hatalı ifadelere bigâne kalmaz, onları uygun bir üslupla tenkit ederdi. Bir gün Molla Halil, Seydâ’nın da olduğu bir mecliste, kendi üslubuyla bir ders yaptıktan sonra konuşmaya başladı; dedi ki: “Kardeşim, Üstadın eserleri nerde oteki âlimlerin eserleri nerde? Âlimlerin eserleri imanlı, Allah’ın yolundan çıkmamış, dindar ve haddinden tecavüz etmemiş kimseler içindir. Bediüzzaman’ın eserleri ise, dinsiz, imansız, küfr-ü mutlakta olan ve haddinden tecavüz etmiş kimseler içindir.” Demek istiyordu ki, “Bediüzzaman’ın esreleri, ilimden dolayı dalalete girenleri yola getirmeye daha elverişli iken, eski âlimlerin eserleri imanı olan fakat hata yapan Müslümanları daha çok yola getirmeye elverişlidir. Çünkü eskiden dalalet ilimden değil, cehilden geliyordu.” Seydâ bunu duyunca gözlüğünün üstünden baktı ve “Yahu Allah aşkına bu adam ne diyor? ” dedi. Ben durumu kendisine anlatınca Seydâ, “E canım, bu böyle mi ifade edilir?” dedi. Hepimiz tatlı tatlı gülümsedik.

Birkaç yıl öncesine kadar yazları hep Türkiye’deki Nur talebelerini dolaşır ve onlarla sohbet ederdi. Vefat etmeden 4-5 yıl dizlerinde derman kalmamıştı. Zaten nahif olan vücudu daha da çökmüş ve halsizleşmişti. Hatta vefatından bir yıl önce artık yürüyemez hale gelmiş ve dizleri üzerinde yürüyordu. O halde bile tek sorduğu ve merak ettiği şey Müslümanların ve Nur talebelerin durumuydu. Bir ok gölgesi gibi çabuk geçen yıllar ve bir granit ağırlığıyla vücuduna çöken hastalıklar onun ruhunda hiçbir iz bırakmamış, onun davasına olan bağlılığına asla zarar vermemişti.

Nur içinde yatsın; Allah rahmet ve mağfiret eylesin. Âmin.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (6)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.