“İdeoloji sıcak ve vaitkardır” diyor Mağaradakiler yazarı. Gönül ister, duygu ister, his ister, azıcık sis ve duman ister. Ona ruhunu vereceksin, tenini değil.
Biri nara, diğeri çığlık; biri tarih yapan diğeri tarih yazan.
İdamının 87. Yıldönümü (Bu yıl 92. yıl). Şeyh Said, bir vicdan, tarihin içinden kopup gelen bir nara, bir sayha öyle ki sesi hala kulaklarımızda.
Muhafazakar kalem erbabı tarafından yeterince ilgi görmeyen, destek çıkılmayan, geçiştirilen ve çoğu zaman sessizliğin anlamlı yalnızlığına terk edilen onlarca asil simadan biri. Hatta dünyaca tanınmış bir kanaat önderine göre devlete başkaldırmış mel’un (lanetli) biri o.
Oysa “Şeyh Said ve arkadaşları hakiki şehittiler” der merhum Bediüzzaman bazı takipçilerine inat.
Şaşırtıcı bir zeka, derinlikli bir muhakeme gücü, yalçın bir irade, cihada aşık bir yürek, kartal bakışlı “belek” gözler, etkileyici bir ses tonu, uzun boylu, iki metreye yakın, çok narin bir vücut yapısı, doğuştan gözü sürmeli bir İslam mücahidi.
Arapça, Kürtçe, Zazaca, Farsça, Urduca gibi dillere vakıf; Fıkıh, kelam, hadis ve tefsir ilimlerinde icazetli sıra dışı bir âlim.
Mümeyyiz vasfı: Zulme ve zalime karşı “La” bayrağını çekmesi, asla boyun eğmemesi. Bunun içindir ki medresesinde cihad dersleri zorunlu olarak okutulurdu. Celadeti ve cesareti dillere destan. Tıpkı Çöl Arslanı Ömer Muhtar ve Kafkas Kartalı Şeyh Şamil gibi.
Bir haziran günü, ufuklara doğru son bakış, yer Amed, Dağ Kapı meydanı, 46 arkadaşı ile beraber idam edilen karizmatik bir Müslüman âlim. İnfaz edilen sadece Şeyh Said değildi koca bir tarih, bir millet, bir şuur infaz edilmişti o gün.
Mazisiyle, diniyle, diliyle, şivesiyle, kültürüyle kısacası tüm hüviyetiyle bir millet horlanmıştı, aşağılanmıştı daha dürüst bir ifadeyle tarih sahnesinden silinmek istenmişti.
Hep yanı masallar: İngiliz kışkırtması, dış mihraklar. Bütün inkılap tarihinin özeti şairin dediği gibi “balığın tırmandığı kavak”, başka değil.
Gerçek niteleme: Şeyh Said isyanı değil, Şeyh Said kıyamı. Aradaki fark; fark-ı azimdir. Biri bütünüyle yalan ve iftira diğeri serapa hak ve hakikat.
İsmet Paşa, hatıralarında “yapılan tüm araştırmalara rağmen isyanda İngiliz parmağına rastlanılmamıştır” diyerek açıkça itiraf eder.
“İlk günahı “La” demekmiş hazretin “İlla” son günahı.”
Çığlığa gelince;
Kürtlük, cumhuriyet kodamanlarının budalalıkları yüzünden bir efsane, bir mitos artık. “Onu sayhalaştıran, daha doğrusu abideleştiren zulmün ahmakça taarruzu.”
Her nimete malik satılmış ve sahtekar aydıncıklar kafilesi tek ırk, tek kan, tek biyoloji hezeyanı yüzünden uyuyan, daha doğrusu uyuşturulan kurdu uyandırdı.
Köle, efendi olmaya adaydı artık. Bilince vurulan kalın zincirler sökülüyordu yavaş yavaş.
Onlar farkında olmayarak kendi kimliğine yakınlaştırıyordu, ezilmiş ve horlanmış taşralıyı. Yani “mahalle baskını” bu kez sanal değil, gerçekti. Kim fısıldadı kulağına uyuyan devin. Zavallı bilmez ki fısıldayan kişinin ta kendisi olduğunu.
Anterli Musa nam-ı diğer Âpe Musa uyanan, zincirini kıran ilk taşralı talihli. Tek suçu “kafa kağıdı” yani lisanı, benliği, mazisi.
Peki bunu ifşa etmek suç mu? Hem de idamlık suç.
Qımıl (Kımıl) adlı Kürtçe bir şiirden dolayı idamla yargılanış ve tam on iki sene hapis. Bitmedi.
Soğuk bir gün, ölüm bile üşüyor, yer Amed, yani Diyar-ı Bekir, patika bir sokak ve yerde göğsünden, kafasından kurşunlanmış bir adam. Hayır adam değil, bin yıllık bir vicdan.
Peki bitti mi, mesele çözüldü mü? Tam tersine çığ gibi büyüdü ve zorladı payitahtı.
Meş’aleyi başkaları aldı eline ve dahi koydu sinesine.
(Ezeli Mağluplar kitabından s.193)