“Şeyh Said asıldığı yerde anılacak” şeklindeki haberi 28.06.2010 tarihli gazetelerde görünce, eski bir hatıram gözlerimde canlanıverdi…
Yıllar önceydi. Bir konferans için Diyarbakır’a gitmiştim. Geçtiğimiz meydanda bazılarının durup dua etmeleri dikkatimi çekti. Yanımdakilere sordum. Şeyh Said ile 47 arkadaşının bu meydanda asıldığını söylediler.
Hayatımın en derin şaşkınlıklarından birine düşmüştüm: Âdeta donup kalmış, adım atamamıştım…
İnsanları asmak suretiyle sorunun çözülmediğini düşündüğümü hatırlıyorum…
Çözülmüyor…
Çözülseydi, çoktan sorunsuz hale gelmiştik…
Lâkin şiddet şiddeti besliyor, ölüm ölümü getiriyor ve yıllar ziyan olup gidiyor.
Ders kitaplarımıza baktığımızda her şey normal: İsyan edilmiş ve bastırılmış. Bu kadar.
Öyle mi bastırılması gerekiyordu?..
O kadar insan öldürülmeli, binlerce vatandaş yerlerinden yurtlarından sürülmeli miydi?..
Yüzlercesi birkaç gün içinde yargılanmalı ve onlarcası hemen asılmalı mıydı?..
Her şey mademki doğru yapılmıştı, “Takrir-i Sükûn Kanunu” çıkarılmak suretiyle, başta basın olmak üzere, neden herkes susturulmuş, en küçük eleştiri kırıntısı dahi şiddetle cezalandırılmıştı?
Beter bir soru: Aradan 85 yıl geçmesine rağmen, neden hâlâ o olaylarla yüzleşmekten korkuyoruz?..
Daha da önemlisi, neden insanlar, aradan geçen yıllara rağmen asılanları unutmuyor da asıldığı yerde rahmet okuyor, anma programları düzenliyor?
Bu aşamada artık bunları düşünmek zorundayız…
Siz kendi değerlendirmeniz istikametinde birisine kolayından “hain” damgası vurabilirsiniz…
Aleyhine konuşabilirsiniz…
“Asmayalım da besleyelim mi?” diye sorabilirsiniz…
Ama herkes sizin gibi düşünmek zorunda değil…
Hatta sizin “hain” dediğinize başkaları “veli” nazarıyla bakabilir…
Bu ülkede büyük acılar yaşandı.
İnsanlar öldü, yerlerinden yurtlarından sürüldü.
Geriye tortular kaldı.
Geçmişte yaşananları telafi etmek mümkün değil. Ancak karşılıklı olarak daha anlayışlı bir yaklaşım sergilenebilir. Kim yapmış olursa olsun, hataları sahiplenmemek en doğru yol olsa gerektir.
Kürtler isyana mazeret aramasın artık…
Türkler de “Oh olmuş” anlamına gelen söylemlerini gözden geçirsinler.
Bir taraf kuyruk acısıyla “Siz isyan etmiştiniz” diye yargılar, bir taraf da can acısıyla “Siz de bizi öldürmüştünüz” diye hesap sorarsa, barış içinde birlikte yaşama zemini yara alır.
Hiçbir şekilde ne isyanı ne de terörü hoş göremem, ama düşünmeliyiz ki, hiç kimse de durup dururken isyana kalkışmaz.
03 Mart 1924'te kaldırılan hilafetle birlikte Kürtleri Türklerle buluşturan (Yavuz Padişah’la allame İdris-i Bitlisi) ortak zeminde büyük bir çözülme yaşandığı açıktır…
Ankara hükümetinin, başta medreseleri kaldırmak olmak üzere, giriştiği bazı uygulamalar ise Doğulu vatandaşlarımızda “Dinden kopuş” şeklinde algılanmış, bu da yaraya tuz-biber ekmiştir.
Kürt tarihi uzmanlarından David McDowall bu konuyu şöyle özetliyor:
“Hilafetin kaldırılması… Kürtlerin Türklere karşı duyduğu son ideolojik bağı da kopardı... Türkiye'nin 1912-22 arasındaki savaş yıllarını aşmasına yardımcı olan Kürtler, bu kez onun düşmanları haline geldiler... Bunlar, dindar şeyhler ve eski Hamidiye paşalarıydı ki, Halife'nin savunulmasına samimi olarak inanıyorlardı.”
Nihayet bu istenmeyen “isyan” patlak verdi…
En azından “Dinden kopuş” anlamına gelen bazı uygulamalar isyanın “bahane”sini teşkil etti: Şeyh Said’in yayınladığı bildirilerde bu husus açıkça vurgulanıyor…
Yine de bu ve diğer ayaklanmaları tüm Kürtlere mal etmeye imkân yoktur. Meselâ Doğu’nun tanınmış allamesi Bediüzzaman Said Nursi (ki, bazıları bilerek-isteyerek, bazıları ise bilmeden Said Nursi ile Şeyh Said’i hâlâ karıştırır), “Dahile kılıç çekilmez” diyerek iç problemlerin sulh ve sükûn içinde halledilmesi gereğini vurgulamış, isyana hazır olduğunu, kendisinden işaret beklediğini söyleyen aşiret reislerinden Kör Hüseyin Paşa’ya, “Hasan’ı Hüseyin’e, Ahmed’i Mehmed’e mi kırdıracaksın?” diye çıkışmıştır.
Öte yandan, Cumhuriyetin “oluş” sürecinde ortaya çıkan bu kalkışmanın Ankara’yı fena halde tedirgin etmesini da anlamak lâzımdır. Zira yeni devletin gücü ve kararlılığı konusunda düşülebilecek küçücük bir tereddüt, her şeyi karman çorman hale getirebilirdi…
Bu yüzden isyanların üzerine amansızca gidildi. O amansızca gidiş sürecinde de yaşanmaması gereken çok şey yaşandı. Dolayısıyla da iz bıraktı.
Vakit