Youtube’da rahatlıkla bulunabilecek bir video var: Kötülüğün varlığı üzerinden 'tanrının kötülüğünü' savunan öğretmenine, çocuk Einstein, kötülüğün hakikatte varolmadığını, varlığından izafeten bahsedildiğini, birkaç ‘ademî/yokluksal’ kavram üzerinden isbat ediyor. Mesela: "Soğuk sıcağın yokluğudur!" diyor. "Karanlık da ışığın yokluğudur. Işığın üzerinde çalışma yapabiliriz. Ama karanlığın üzerinde çalışma yapamayız." Uzatmayayım. Merak edenlere videonun bir linkini vermekle yetineyim: https://www.youtube.com/watch?v=VKM3Ho2UUss
Videoyu ilginç kılan bir diğer yönü: İnkârın ne kadar tutarsız akıl yürütmelere dayandığını da anlatıyor oluşu. Ne kadar kerli-ferli adamlar söylüyor olurlarsa olsunlar, ne tür şatafatlı materyaller kullanırlarsa kullansınlar, inkârın kendisi bizzat tutarsızlığın kaynağı. ‘Küfür’ kelimesinin lügavî karşılığı olan 'örtmek' manası aslında müntesiplerinin gayretlerini sarfettikleri yönü de gösteriyor bize. Onlar 'örtmeye' çalışıyorlar. Neyi?
Kaçınılmaz olanı. Mutlak olanı. Tutarlı olanı. Küfrün her türden eylemle başarmaya çalıştığı şey bu. Fakat İslam öyle değil. İslam zaten kainatın üzerine yaratılmış olduğu hakikat hakkında ve yine kainatın sahibi tarafından vahyedildiği için varlıkla hiçbir çelişkisi/çatışması yok. Ona dayanmakla güçleniyor insan. Bazen böyle bir küçük Einstein altediyor sözde öğretmenini, bazen de bir büyük İbrahim aleyhisselam mahvediyor Nemrud’un sözlerini. Evet. Öyle. Örtmeye çalışan görmeye alışık olanın feraseti karşısında apışıp kalıyor.
Mürşidim de bu sadedde diyor: "Nasıl bir sultan-ı azîmin bir âdi neferi, o padişahın namıyla ve onun kuvvetiyle bir memleketi hicret ettirebilir, iki denizi birleştirebilir, bir şahı esir edebilir. Öyle de, Ezel ve Ebed Sultanının emriyle, bir sinek bir Nemrut'u yere serer; bir karınca bir Firavun'un sarayını harap eder, yere atar; bir incir çekirdeği bir incir ağacını yüklenir."
Peygamber kıssalarının verdiği ortak bir derstir bence şu: Bâtılın bütün gücü 'hâkim söylem' olmakta saklı. ‘Hâkim söylem’ olmak ne demek? Hâkim söylem olmak farklı/haklı bir sese nefes aldırmayacak kadar gürültücü olmaktır. Genelliğinin istibdadıyla sorgulatmamaktır. Küfür de bunu başardığı dönemlerde, tıpkı bugün olduğu gibi, müntesiplerinin sayısını arttırıyor.
İşte, tam da böylesi zamanlarda zihinler farklı düşünmeyi (daha doğrusu örtüsüz/önyargısız düşünmeyi) unuttuğu için Cenab-ı Hak nebiler gönderiyor topluluklara. Unuttukları fıtrî düşünme biçimini hatırlamaları için. Varoluşun küfür tarafından cevaplandırılamamış ve asla da cevaplandırılamayacak sorularını yeniden anımsamaları ve sormaları için. Nebîler, öncelikle, bize lütfedilmiş berrak zihinler ve kalplerdir. Fıtratlarının ismet derecesindeki saflığı onları ‘örtülü düşünme alışkanlığı’ndan korur. Fabrika ayarlarına öyle bir şiddette çağırırlar ki insanlığı, yaptıkları dalgalanma bazen binlerce yıl ötesine uzanır, tesir eder. Tıpkı Aleyhissalatuvesselamın mübarek dalgalanması gibi.
Kral Çıplak masalını hatırlayalım. O masalda kralın çıplak olduğunu söylemeye cesaret edebilen kimdi? Bir çocuk değil miydi? Neden çocuktu peki? Kanaatimce: Çocukların sahip olduğu saflık, fıtrata yakınlıktır ki, hakikatin ‘hakikat’ olduğunu görüp tanımada onlara bir avantaj sağlar. Âdemoğlu kalabalığa göre hareket etmeyi sonradan öğrenir. Benedict Anderson'un ifadesiyle 'Hayali Cemaatler' üzerine inşa edilen ulus-devletlerin aynı zamanda 'ilköğretimin mecburi olduğu' sistemler olması tesadüfî değildir. Bu sistemde kavminden uzakta büyümüş İbrahimlere katlanılamaz. Her çocuk önce 'örtülü düşünmeyi' öğrenmeli ve bir daha 'acaba' demeyecek kadar örtüsüne alışmalıdır. Gerekirse, tıpkı geçtiğimiz 10 Kasım’da yaşadığımız gibi, secdeye kapanmalıdır.
Yoracak ama biraz da Musa aleyhisselamın kıssasına götürmek istiyorum sizi. Malumunuz: Onun mucizelerinden birisi de attığı asânın yılana dönüşmesiydi. Bunu sihirbazlar da başka şeylerle başarıyorlardı. Fakat Musa aleyhisselamın yılanı onların ummadığı birşey yaptı: Diğer hepsini yuttu. Sihirbazların hemen şuna ayıldıklarını anlıyoruz: "Bu kesinlikle sihir değil." Zaten akabinde, Firavun’un tehdidine rağmen, iman etmekten vazgeçmiyorlar.
Bu kıssadan ‘hakikat’ ve ‘demagoji’ ayrımında bizim de bir hisse alabileceğimizi düşünüyorum. Nasıl? Belki biraz şöyle: Hakikati ortaya koyduğunuzda sizin de karşınızda hiçbir demagoji dayanamaz. Demagojiler ancak illüzyonistlerin zihin boyamakta kullanabilecekleri zayıf oyunlardır. Fakat hakikat, ortaya koyduğu sorular ve onlara verdiği kusursuz cevaplarla, demagojilerin tüm yalancı mumlarını söndürür. Bir demagoji diğerini değersiz kılmazken, küfrî akideler ‘tek millet’ edasıyla beraberce yaşayabilirken, hakikat kendisinden başka herşeyi değersiz kılar. Bu yüzden de katlanılmaz görünür.
Mürşidim Ene Risalesi'nde "Sonra, nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyeti nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder..." diyor. Peki, kişisel enaniyet türün/nev'in enaniyetine nasıl dayanır? Bunu biraz örtme faaliyetinin kollektif yürütülmesiyle oluşan baskıya bağlıyorum. Beyaza siyah demek bir/birkaç kişinin yaptığı bir işken hakikati beyan etmek kolaydır. Peki yüz kişi, bin kişi, yüzbin kişi aynı şeyi söylerken? Asch deneyini hatırlayalım: Denekleri grubun açıkça yanlış olan cevabını desteklemeye götüren neydi? Bu deney, bize, Bediüzzaman'ın nev'in enaniyeti dediği şeyi de bir parça koklatıyor: Kanmak/kandırılmak hep beraberken daha kolaydır.
Markar Esayan'ın İyi Şeyler’de bir ifadesi vardı: "(…) bilimsel açıklamanın vicdanî itirazları gideren bir gücü vardı." Aslında küfür baştan sona bunu yapıyor bence. Hakikati örtme çabasından dolayı vicdanın çıplak sancısına maruz kalan ehl-i küfür, bu sancıyı gidermenin yolunu demagojik açıklamalarda buluyor. Bu açıklamaların büyük bir kısmı da bilim kisvesi altında yapılıyor. Ve siz, o bilim denen şeye daha baştan bir hakikat muamelesi yaptığınız için, vicdan sesini kesmeye başlıyor. Mesela: Tarihte yapılan bir zulmü andığınızda destek çıkan ve sizinle üzülen bir kişi, biraz karşı tarafın analitik demagojisine maruz kaldığında şunu söyleyebiliyor: "Ama öyle yapılmasaydı da bugün bu durumda olamazdık!"
Bütün bunları yazarken aklımda şu ayet meali vardı: "Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu örümceğin durumu gibidir. Örümcek bir yuva edinir. Halbuki yuvaların en çürüğü şüphesiz örümcek yuvasıdır. Keşke bilselerdi!"
Ankebut sûresine de adını veren kırkbirinci ayeti bu. Evet. Cenab-ı Hakkın kafirlerin durumunu neden örümceğe benzettiğini çok düşünmüşümdür. Zahiren bağlantı açık. Örümceğin yuvası zayıf. Kafirin de Allah'tan başka sığındığı dostlar zayıf. Fakat bundan ibaret gibi gelmiyordu bana bu teşbih. Fazlasını da sezdiriyordu. Geçenlerde bir örümceğin ağ yapışını gösteren videoya denk geldim. Dedim: Örümcek hakikaten evine büyük bir emek harcıyor. Belki saatler sürüyor o güzellikte örmesi. Gayet albenili birşey de oluyor. Ancak o emek tıpkı demagoji gibi. Altı boş bir emek. Sistemindeki zayıflık nedeniyle evi de güçlü değil. Örümcek birşeylerin üzerini şeffaf bir örtüyle kapatarak avlanıyor. O örtüyü göremeyecek kadar zayıf gözleri ve aşamayacak kadar zayıf bedenleri avlayabiliyor. Küfrün demagojisi bundan farklı mı?
Küfür de ancak örtüsünü aşamayan nazarları avlayabilecek bir demagojiye sahip. Güçlüleri tutamıyor. Hz. İbrahim'in Nemrut'u, Hz. Musa'nın Firavun'u, Hz. Muhammed Mustafa’nın Ebu Cehil'i defaatle altettiği gibi, hakikatin bilgisi de sarsılmaz sanılan tahtları ve değişmez sanılan bahtları yerinden edebiliyor. Örümceğin yuvası, ne kadar şatafatlı görünürse görünsün, kıvamında bir müdahaleyle dağılmaya muntazırdır. Einstein'in, daha küçücük bir çocukken, öğretmeni yerin dibine sokabilmesindeki sır da buydu belki. Kuvvet haktadır. Hakikattedir. Hak kuvvette değildir. Örümcek ne kadar çabalarsa çabalasın yuvasını süpürgeden daha güçlü yapamaz. Fakat belki, tıpkı hicrette yaşandığı gibi, aklı gözünü aşamayanların önünde alaycı bir perde koyabilir. Şeytan da, Allahu’l-a’lem, belki bu yüzden vardır: Örtü âşıkları cennete giremesin diye.