“Kavga kapısını kapamak için, banka kapısını kapayınız.” Sözler
İnsan, bir tarafta kalp, akıl ve vicdan; beride dünya, nefis ve şeytan arasında sıkışıp kalmış, ağır bir imtihan geçiriyor. İmtihan ağır, ama kazanabilirse neticesi çok yüksek, çok değerli.
Bakara Sûresinin başında, “Kur’an’ın muttakiler için bir hidayet olduğu” beyan edildikten sonra, muttakinin üç temel özelliği sıralanır: “İman etmek”, “namazı ikame” ve “zekâtı vermek.”
İman kalbe bakar; namaz bedenî ibadetlerin, zekât ise malî ibadetlerin temsilcisidir.
Beyaz denilince akla hemen, onun zıddı olan siyahın gelmesi gibi, zekâttan söz edince de faizi hatırladım.
Zekât ve faiz…
Birincisi İslâm’ın köprüsü, cemiyet hayatının en önemli rabıtası; diğeri ise bu köprüyü dinamitleyen büyük tahribci.
Birincisi merhametin timsâli, ikincisi zulmün.
Birincisi fakirin kurtuluşunu hedef almış, ikincisi onu daha fakir yapmayı.
Bunun içindir ki, büyük bir çoğunlukla, faiz alanlar zekâtlarını veremez olurlar.
Bediüzzaman Hazretleri beşerî ihtilâllerin şu iki temel kaynaktan beslendiğini ifade buyurur:
“Birincisi, ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne; ikincisi, sen çalış ben yiyeyim.” Mektûbat
Birinci hastalığın çaresini zekât, ikincisinin çaresini de faizin haram kılınması olarak takdim eder.
Ben burada faizle ilgili iktisadî teorilerden söz edecek değilim. Bunlar meselenin maddî cephesidir. Halbuki her hâdisede olduğu gibi faiz meselesinde de mânevî yön daha önemlidir. Zira, acı olsun tatlı olsun, meyvesi ebedîdir.
Burada bir temel hükümden söz etmek isterim. İbadet, iman eden kimse içindir. Şirk ve küfür karanlığındaki bir insan, ibadetten değil imandan sorumludur. Kalbi imanla nurlanacaktır ki, kendisine ibadet teklif edilsin. Bu hükme göre faiz yasağı da Müslüman içindir. Ve bir Müslüman bu yasağa uyarken uhrevî bir ticaret yaptığının şuurundadır.
Öte yandan, bu yasağın, “Ancak mü’minler birbirinin kardeşidirler.” âyet-i kerimesiyle olduğu gibi, “Komşusu aç iken kendi tok olan bizden değildir.” hadis-i şerifiyle de yakın ilgisi vardır. (Hadiste geçen, “bizden değildir” sözünden maksat, “kâmil imanın zevkine erememiştir” demektir.)
Madem ki, Kur’an, mü’minleri kardeş yapmış, zenginlere zekâtı farz kılmış ve sadakayı teşvik etmiştir; o halde zengin bir mü’min, sadaka verdiği bir kardeşinin kendisinden borç para istemesi hâlinde, onun ihtiyacını görecek ve böylece âhireti namına büyük bir kazanç elde edecektir.Karz-ı hasen diye adlandırılan bu çok sevaplı ibadeti yapmak yerine, “ben sana borç veririm, ama aldığımda fazlasıyla alırım” şeklinde bir teklifte bulunmak İslâmî kardeşlikle bağdaştırılamaz.
…
Bu mânâyı destekleyen bir fıkıh meselesi: Bir mü’min, dâr-ül-harbde yâni küfür diyarında bulunsa, ücretinden kanunen kesilen, yahut bir mecburiyet tahtında bankaya yatırdığı paraların faizini alabilir.Zira bu faizi almaması düşmanını kuvvetlendirme mânâsına gelecektir.
Burada, önemli gördüğüm bir noktaya değinmeden geçemeyeceğim. Madem ki, dâr-ül-harbde faiz almak câiz, hikmeti de “küfür ehlini kuvvetlendirmemek” o halde şöyle düşünmek gerekmez mi: “Ben paramı mecburiyet olmaksızın bu küfür diyarındaki bir bankada tutarsam onları maddeten desteklemiş olurum; bana verecekleri cüz’î bir faiz, sonucu fazla değiştirmez.”
İslâm âleminin bugün düştüğü zillet ve perişaniyette, batının bankalarında faize yatırılan Müslüman sermayesinin büyük payı vardır.
…
Faizin haramiyetinin bir diğer ciheti; zenginleri, çalışmaksızın başkasının sırtından para kazanma yerine, kendi sermayelerini işletip istihsale katkıda bulunmaya teşvik etmesi. Çok paranın çok kazanç getireceği malûmdur.
Yüz lira ona bölünse ve on ayrı kişiye faize verilse, onlar bu ağır yükün altından kalkmak için yorulacaklar, bocalayacaklar, ama çoğu zaman kazançları faiz borçlarını ödemeye ancak yetecektir.Halbuki aynı parayı o sermayedar işletse, muhtaç insanları da mümkünse kâr ortağı yapsa, yahut hizmetinde çalıştırsa, kazancının zekâtından da onları nasiplendirse içtimaî dengenin sağlanmasına doğru hayırlı bir adım atmış olacaktır.
Bu yol, fakiri zengine ve zenginliğe yaklaştırır, faiz ise fakiri daha fakir eder ve servet düşmanı yapar. Ve bu fakirlik asr-ı câhiliyette olduğu gibi, borçluyu alacaklıya köle etmeye kadar varır.
Sermaye artışına gitmek için faizle kredi alanlar da bu cinayetin ortaklarındandır. Zira, verecekleri faizi fiyatlara aksettirmekle faizin, “fakiri daha fakir kılma” özelliğinin bir başka tezahürüne vesile olurlar.Kredi aldıkları müesseseler ise zenginliklerine bir yenisini daha katmakla faizin, “zengini daha zengin kılma” özelliğini açıkça gösterirler.Meseleyi, devletler seviyesinde ele aldığımızda da aynı manzara ile karşılaşırız.
…
Bir fikrin, bir ahlâkın veya bir davranışın güzel olup olmadığının şaşmaz ölçüsü şudur: Onu umuma tatbik edersiniz; karşınıza çıkacak manzara sorunuzun cevabını net biçimde verecektir. Meselâ, cömertlik ve cimrilik üzerine şöyle bir uygulama yapalım; herkesin cömert ve yine herkesin cimri olduğu iki ayrı diyar düşünelim. Birincisinde karşımıza mânevî bir cennet, ikincisinde ise bir cehennem çıkacaktır.
Şimdi aynı mantıkla şöyle düşünebiliriz: Bütün zenginleri faizle beslenen, hiçbiri ticaret yapmayan, yatırımda bulunmayan bir ülke düşünelim. Karşımıza çıkacak manzara tüyler ürperticidir. Bir tarafta yatarak para kazanan bir grup nefis mahkûmu, ötede onlara, âdetâ, kölelik eden sefil ve perişan bir kalabalık.
Böyle bir cemiyeti bekleyen şaşmaz âkıbet; geri kalmaktır, huzursuzluktur ve anarşidir. Geri kalmaktır, çünkü ticaret ve sanayi sahasında hamle yapacak insanlar istirahata çekilmişlerdir; fakirler ise bu güçten mahrumdurlar.Bu sahnenin bir sonrası, sosyal problemlerin doruğa çıkması ve daha sonrası ise anarşinin boy göstermesidir.
Ve bu feci neticeye sebep olan faizcilerin mahşerdeki âkıbeti de Allah kelâmının ihbariyle şöyledir:
“Riba (faiz) yiyen kimseler, şeytan çarpan kimse nasıl kalkarsa öyle kalkarlar.” (Bakara Sûresi, 275)
Alış verişlerine faiz karıştıran ticaret erbabı hakkındaki şu ifadeler ne kadar ibretlidir!
“Riba (faiz) karışarak yapılan beyi’lere (alışverişlere) gelince, bunların da temiz ile pisin karışmasından çıkacak olan hükm-ü malûma tâbi olacağı malumdur. Midesi temiz olanlar, bir katre necaset karışmış suyu nasıl içemezlerse bu da böyledir… Nitekim bir hadis-i şerif mûcibince, “helâl ile haram içtima ederse (birbirine karışırsa) haram takdim olunur (öncelik kazanır) kaidesi de bunu nâtıkdır (ifade etmektedir).” Hak Dini Kur’an Dili, 2/963
Nurun Muazzez Müellifinin aşağıdaki ifadelerini, şüpheli işlerden sakınmakta hassasiyet göstermeyenler için de bir itab, bir serzeniş olarak kabul edemez miyiz?
“İnsan çok vehham, ihtiyatlı olduğuna nazaran dünyevî bir işte onda bir zarar ihtimâli varsa içtinab eder, âhiret işi olursa onda dokuz zarar ihtimâli olduğu halde içtinab etmez. İşte cehalet bu kadar olur.” Mesnevî-i Nuriye