Risale-i Nur müellifinin kendi ifadesiyle ‘Eski Said’den ‘Yeni Said’e dönüşümünün kodlarını çözmek, hem onu hem eserini hakkıyla anlamak için bir anahtar niteliğindedir. Dolayısıyla, bu dönüşümün dinamiklerinin yanında hangi zaman aralığında gerçekleştiğini kavramak da, Risale-i Nur’un ve Bediüzzaman’ın anlaşılması açısından vazgeçilmez bir öneme sahiptir.
Konuya dair izahlara bakıldığında, ağırlıklı görüşün bu dönüşümü 1923 sonrası, hatta 1926 olarak tarihlemek yönünde olduğu görülür. Eski Said’in Yeni Said’e dönüşümün sebebinin de, bu tarihlemeyle bağlantılı şekilde, Kemalizmin egemenliğinde yeni ulus-devlet oluşumunun dayattığı siyasî-sosyal şartlarda arandığını görürüz. Bu görüş, Risale-i Nur ve Bediüzzaman üzerine ‘hariçten’ araştırma ve yorum yapan kişiler kadar, Risale-i Nur camiası ‘içinden’ yapılan yorumlarda da hâkim durumdadır.
İleri süren veya savunanların sayısı çok da olsa, bu, isabetli bir yorum değildir oysa. Dahası, Eski Said’in Yeni Said’e dönüşümü hakkında ortaya konulan bu tarihleme ve gerekçe, hem Bediüzzaman’ı, hem onun yaşadığı büyük dönüşümü, bu dönüşümün sonrasında telif ettiği Risale-i Nur’u usulünce ve hakkıyla anlamanın önünde büyük bir engel niteliğindedir. Bu isabetsiz yorumun isabetli bir tarafı varsa, o da Bediüzzaman’ın Yeni Said’e dönüşümünün bir açıdan ‘siyaset’le ilişkili olduğunu tesbit edebilmesidir. Bu yorumun sahipleri tarihlemede yanılmış da olsa, evet, Eski Said’in yerini Yeni Said’in almasının siyasete bakan bir veçhesi vardır.
Bununla birlikte, bizzat Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadeleri, özellikle de Yeni Said döneminde yazdığı risaleler içerisinde yer alan ‘otobiyografik’ notlar, onun Eski Said’den Yeni Said’e dönüşümü için kem keskin ve kestirme bir tarih belirtmenin doğru olmayacağını, hem de hariçteki faktörlerin en fazla ‘katalizör’ olarak bir etkisi olsa bile, yaşananın esasen Said Nursî’nin zihin ve ruh dünyasında gerçekleşen bir manevî/entellektüel dönüşüm niteliğinde olduğunu göstermektedir.
Bediüzzaman bir anda, bir ayda, hatta bir senede Yeni Said’e dönüşmüş değildir. Onun Yeni Said’e dönüşümünün başlangıcını 1909’da 31 Mart Hadisesi sonrasında çıkarıldığı sıkıyönetim mahkemesi günlerine, yahut beraatiyle birlikte “Zalimler için yaşasın cehennem” diyerek mahkemeden çıkıp memleketine döndüğü vakte kadar geriye götürmek mümkündür. Dönüşümün tamamlandığı tarih olarak ise, Ankara’dan Van’a döndüğü 1923 tarihinden, hatta Van’dan Burdur’a sürüldüğü 1926 tarihten de öteye geçip, kısa süreli Isparta sürgününün ardından Barla’ya sevkedildiği ve Risale-i Nur’un üslubunda ilk telifini ortaya koyduğu 1927’yi tesbit etmek daha isabetli gözükmektedir.
Sözün kısası, Eski Said’in Yeni Said’e dönüşümü, birden, aniden, def’aten değil; onbeş yılı aşan, neredeyse yirmi yıla yaklaşan bir süreçte gerçekleşmiştir. Bu süreçte kaderin önüne koyduğu olaylar ve dersler ile bu olaylar ve dersler üzerine Bediüzzaman’ın iç dünyasında yaşanan çözümlemeler, birer işaret taşı niteliğindedir.
Bu değişimin, âlem tasavvuru, kâinata bakış, insanı tarif, tarihi okuma ile irtibatlı birçok veçhesi vardır. Akıl, vahiy, nübüvvet, kader, cüz’î irade, kalb, hikmet, teslimiyet gibi kelimeler de, bu dönüşümün en anahtar kavramları arasındadır.
Başlıbaşına uzun bir tahlili, belki onlarca sayfalık bir makaleyi, hatta yüzlerce sayfalık bir monografiyi gerektiren bu dönüşümü burada bir günlük yazıda derli-toplu, kaynaklı, izahlı ve müdellel bir surette anlatmak zor. Ama bu dönüşümün dinamiklerine dair ipucu mahiyetinde birkaç kelam edecek olursak; Eski Said, daha ziyade ‘Müslümanlar’ için, ‘Müslümanlar’ üzerine ve ‘Müslümanlar’ adına düşünmektedir, ümmetin hâl-i pürmelâli onun için bir endişe ve dolayısıyla gayret ve hamiyet sebebidir, bu çerçevede ‘siyaset’ de düşüncesinin merkezî unsurlarından biri niteliğindedir. Eski Said’in ‘Müslümanlar’a dair vurgusunun yerini, Yeni Said’de ‘İslâm’a yönelik vurgu almıştır; siyaset de bu vurgu etrafında şekillenen Yeni Said düşüncesinde merkezî bir unsur değil, bilakis tâlî ve tâbî bir konumdadır. Bu meyanda Eski Said öncelikle kendisi dışındaki müminlere konuşurken, Yeni Said öncelikle kendisine, kendi nefsine konuşmaktadır. “Ey gafil Said!” gibi, “Ey nefsim!” gibi hitapların ilk olarak kendisinin ‘Risale-i Nur’un fidanlığı’ olarak tanımladığı ve birçok bahsi 1921-1923 yılları arasında telif edilmiş Mesnevî-i Nuriye’de karşımıza çıkması bu açıdan manidardır.
Eski Said ile Yeni Said arasındaki fark, İslâm tarihine siyaset ve itikad açısından önemli imalar taşıyan iki isim ve iki ekole atıfla da açıklanabilir. Hz. Peygamber’in iki torununun örnekliği üzerinden açıklayacak olursak; Eski Said daha ‘Hüseynî’ bir karaktere sahipken, Yeni Said ‘Hasanî’dir. Nitekim, Asr-ı Saadet’in ardından yaşanan hadiselere dair getirdiği izahlar (özellikle Mektubat ve Lem’alar’daki ilgili bahisler) bunun ipuçlarını verdiği gibi, Emirdağ Lâhikası’nda yer alan bir mektubunda Risale-i Nur’u ‘Hz. Hasan’ın bir muavini, bir mütemmimi, bir manevî veledi’ olarak tarif etmesi bunu açıkça teyid etmektedir. Yahut, Ehl-i Sünnetin cadde-i kübrasının iki ana damarıyla açıklayacak olursak; Eski Said akla, kesbe ve hikmete dönük vurgusuyla daha ‘Mâtüridî’ bir çizgide iken, Yeni Said vahye ve nübüvvete, küllî irade ve teslimiyete dönük vurgusuyla daha ‘Eş’ârî’ bir çizgidedir.
Hüseynî veya Mâturidî duruş yahut Hasanî veya Eş’arî duruş; neticede bütün bunların âlemin ve hayatın bütün veçheleriyle birlikte, güncel hadisata ve siyasete bakışı da etkileyen ve belirleyen bir tarafı vardır. Dolayısıyla Eski Said ile Yeni Said arasındaki farkları oluşturan hususlardan biri, siyasetle ilgilidir.
Bizzat kendi ifadelerinden anlaşıldığı üzere, Eski Said, siyasetin dışında değildir, bilakis ‘siyaseti dine hâdim kılma’ gibi bir gayretin içindedir ve neredeyse ilk gençlik günlerinde Nâmık Kemal’in “Rüya”sıyla ‘uyandığı’ vakitten beri bu böyledir. “Siyaset yoluyla dine hizmet hissini taşıyordum” diyerek, bunu bizzat belirtir. “Hususan o zaman elinde siyaset topuzu vardı” gibi ifadeler de bu mahiyettedir. 1907’de yolu İstanbul’a düştüğünde, Bediüzzaman işte bu haldedir; dolayısıyla İstanbul’da yaşadıkları, ilişkileri, gayreti ve hamiyeti elbette buna göre şekillenecektir.
1907’de geldiği İstanbul’a 1909’da mahkemeden beraatinin ardından “Medeniyetten istifam sizi düşündürecek” diyerek veda eder Bediüzzaman. Bu cümleyi de içeren sözkonusu ‘vedaname’nin başlangıç paragrafı ise, aslında Yeni Said’e giden yolculuğun zihin ve ruh dünyasındaki ilk ipuçlarını da verir gibidir: “Ey koca İstanbul!. Müsâvât ve uhuvveti sende devr-i istibdadda, yalnız tımarhanede; meşrutiyeti, yalnız tevkifhanede gördüm. Elveda ey gelin libası giymiş acûze-i şemtâ!.. Usandım, sen zehirli bala benzersin. Belki medenî libası giymiş vahşi adama benzersin. Sureten ne kadar medenîliğin var; sireten dahi nifak, sefahet, ağraz içinde o kadar, o derece vahşîsin; tam dünyaya benzersin. Dünyaya geldiğime ben de pişman oldum. Riyanın sözünü, seni tasavvur ettikçe tahattur ediyorum…”
1909’da bu his ve efkârla İstanbul’u terkeden Bediüzzaman, 1918’de Kostroma’daki esaretinden yine İstanbul’a avdet ettiğinde ülke içinde bin türlü siyasî altüst oluşun yanında, koskoca bir Dünya Savaşını bizzat görmüş ve yaşamış haldedir. Dahası savaş esiri olarak Ruslar tarafından başka Osmanlı zabitleriyle birlikte Kostroma’ya sevkedilmiştir, orada gördükleri de vardır. Ekim Devrimi hengâmında Rusya’da yaşanan kargaşa; sonrasında Varşova-Belgrad-Sofya üzerinden İstanbul’a firar ederken gördükleri… Ayrıca, döndüğü İstanbul’u 1908 ile kıyasladığında bambaşka şartlarda görmesi; 1908’den tanıdığı bazı kişileri 1918’de bambaşka bir söylem, eylem, ahlâk ve kişilikte görmesi… Kendi yaşadıkları, başkalarının yaşadıkları, ülkenin ve dünyanın yaşadıkları.. bütün bu süreçte hayata, dünyaya ve insana dair bir büyük sorgulama yaşayan Bediüzzaman’ın Eski Said’den Yeni Said’e dönüşümünde ‘katalizör’ teşkil edecek olaylardır. Özellikle de Kostroma’daki esaret günlerinde Volga nehri kenarındaki Tatar camiinde yaşadığı manevî muhasebeye ilaveten, İstanbul’da Yuşa tepesindeki mescitte, Sarıyer’de bir mekânda ve Eyüp Sultan kabristanı bitişiğindeki dergâhta yaşadıkları, sosyal ve siyasî tazammunları da olan bir manevî/zihnî dönüşümde iz bırakan olaylardır.
Neticede, vâkıa şudur: 1918’de İstanbul’a avdet eden Said, 1907’de İstanbul’a gelen Said değildir. 1909’da İstanbul’dan ayrılan Bediüzzaman, “Rüyada Bir Hitabe”yi yazdığı 1919’a kadarki on yılda çok açıdan büyük değişimler ve dönüşümler yaşamış haldedir. Eylül 1919’da yaşadığı bir manevî tecrübeyi hikmeti teslimiyetle buluşturan bir kaderî okuma hassasiyeti içinde “Rüyada Bir Hitabe” olarak kaleme alırken, Bediüzzaman ‘Yeni Said’in anahtar özelliklerini bize ifşa eder aslında. Bir gece rüyada bir ‘ruhanîler meclisinde’ yaşadığı bu manevî tecrübenin ertesi günü insanların arasına karıştığında, kendi ifadesiyle ‘dünyevîler meclisi’ne girmiş haldedir Bediüzzaman. O gün o insanların kendisine yönelttiği en önemli soru ise şudur: “Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?” Çünkü, o kişilerin on sene önceden bildikleri Said’den bir şekilde meseleye müdahil olması umulur ve beklenir!
Ama bu soruya cevaben Bediüzzaman, sonraki hayatı boyunca sürekli tekrarlayacağı bir sözü ilk kez deklare edecektir: “Eûzu billâhi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâseti/ Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım.”
Bu cevabın da açıkça ortaya koyduğu üzere, aradaki fark derindir ve keskindir. Devamında Said Nursî onu bu söze sevkeden gerekçeleri izah etmiştir. Yine aynı dönemde yazdığı Lemeât’ta da tekraren ‘siyaset-i medenî’yi ‘âlemin efkârında bir şeytan’ olarak resmetmesi de manidardır.
1923 öncesi bu iki metin dahi, Bediüzzaman’ın Yeni Said olarak siyasetle arasında çizdiği mesafeyi, dahası Yeni Said’in zuhurunu Kemalizmin galebesi ve yeni Türkiye’nin bir ulus-devlet olarak kurulmasının dayattığı şartlar ile açıklamanın isabetsizliğini açıkça gösterir. Siyasetle ilgili bu içtinab ve istiaze esasen Bediüzzaman’ın kendi iç dünyasında yaşadığı bir manevî/entellektüel dönüşümle ilgilidir ve 1907’de İstanbul’a gelişinden 1918’de yeniden İstanbul’a avdetine kadar gördükleri, özellikle de 1907 ile 1918 arasındaki iki ayrı ‘Bediüzzaman’ olarak yaptığı karşılaştırmalar bunda ciddi şekilde etkilidir. Nitekim, Eylül 1919’da ‘dünyevîler meclisi’ diye tarif ettiği ortamdaki kişiler, onun on sene öncesinden tanıdığı, on sene öncesinde belki dost ve yoldaş olduğu ve hâlâ çözümü ve çareyi siyasette arayan isimlerdir. Buna karşılık Bediüzzaman’ın siyasetten kendi ifadesiyle ‘şeytandan kaçar gibi’ kaçmayı da içeren dönüşümünde, İslâm tarihine dönük yeniden değerlendirmesi ve bu noktada da özellikle Hz. Hasan’ın hilâfetten feragatinin anlamı üzerine düşündükleri belirleyici niteliktedir. Bu içtinab ve istiaze, öte yandan Bediüzzaman’ın hayatı boyunca taşıdığı bir temel değer olarak ‘adalet’ hakikatiyle ve Yeni Said’in ‘adalet-i mahzâ’ diye kavramlaştırdığı ince çizgiyle de birebir ilgilidir.
Bediüzzaman açısından durum bu. Onu Yeni Said yapan en önemli dinamiklerden biri olarak siyasete karşı mesafeli duruşunun gerekçeleri, Sünuhat, Lemeat ve Mektubat başta olmak üzere, eserlerinde ve mektuplarında açıkça karşımıza çıkıyor.
Yaşamış ve ölmüş bir mümine dair bir hatıra olarak değil; düne dair olduğu kadar, bugüne ve yarına dair de ölçü sunar, yol belirler bir biçimde hem de.
Bir bu bahislerdeki ölçülere ve uyarılara, bir bugün onun yolunda yürüme çabası veya iddiasında olan epeyce insanın güncel siyasetle ilişkisine baktığımızda ise, bir mukayese mecburiyeti, bir ayna tutma zarureti, bir muhasebe daveti kendisini açıkça gösteriyor
Önümüzdeki yazılarda, belki koca bir Eylül boyu işte bunu yapacağız.
Tâ ki, Bediüzzaman’ın ‘şeytandan kaçar gibi’ kaçtığı şeye sözümona Bediüzzaman’ın yolunu takip iddiasıyla ‘koşar adım gidenler’ durup kendine gelsin, dönüp işine baksın…