Geçen akşam bir televizyon kanalında meşhur aktör Al Pacino’nun şeytan rolünde oynadığı 1997 yılı yapımı bir film olan “Şeytanın Avukatı”nı izledim. Senaryosuyla, aktörlerin müthiş performansıyla süper bir film olmuş. Türkçe dublaj da kaliteyi bozmamış. Tüm bunlar insanı baştan sona merakla ekranın başına çiviliyor.
İnsanlık tarihinden bile eski olan “şeytan” kelimesiyle “avukat” kelimesini bir arada görünce insanın merakı daha da artıyor. Filmdeki öyküde, genç bir kasaba avukatının girdiği davaların hiçbirini kaybetmemesi sonucunda New York’un ünlü hukuk bürosundan bir teklif alır ve oraya transfer olur. Ne olursa olsun davayı ve işini kaybetmemek için mücadele veren avukat, eşini önce manen sonrada maddeten kaybeder. Ve bunun sebebi patronudur. Annesi, son anda gerçeği itiraf eder. Avukat beyin babası, gerçekte insan değil şeytanın ta kendisi olan o andaki patronudur. Ve şeytanın istediği bir şeytansı nesil için gerekli olan cüz-i iradesini ondan yana kullanmayarak onun hâkimiyetinden çıkar.
Tam bu noktada seyirciyi şok eden bir gelişme olur. Tüm bunlar avukatın, müvekkilinin haksız olduğunu bildiği fakat kazanmak üzere olduğu bir davanın duruşma arasında yaşadığı; hal, hayalden ibarettir. Hayal de olsa avukat çok etkilenir ve müvekkilinin savunmasından çekilir. Bu hareketi müvekkilini suçlu olduğunu ima etme ve yüzüstü bırakma sayılacağından barodan atılma ihtimali vardır. Gazetecinin biri röportaj yapmak ister. O ise “Barodan atılacağım, artık benim röportaj yapılacak popülerliğim kalmadı” diye teklifi reddeder. Gazeteci “Bilakis, artık sen bir kahramansın. Bir numarasın” der ve onun enaniyetini okşar. Bu durum hoşuna giden avukat röportaj teklifini kabul eder. Teklifini kabul ettiren gazeteci aslında hayalindeki şeytandır ve yine yapacağını yapmış, kişinin enaniyetini kabartmıştır. Son sözü gazeteci kılığındaki şeytan söyler: “En sevdiğim günah kibirdir.”
Filmin en göze çarpan mesajı budur.
Bediüzzaman Hazretlerinin Lemalar isimli kitabında sanki filmin mesajını özetler gibi bir izahı var. “Şeytanın mühim bir desisesi, insana kusurunu itiraf ettirmemektir—tâ ki istiğfar ve istiâze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enâniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin, adeta taksirattan takdis etsin. Evet, şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez. Görse de, yüz tevil ile tevil ettirir..”
Evet şeytan insanın enaniyetini tahrik ediyor. Aynen kendisine benzetiyor.
Âdem (AS) yaratıldıktan sonra, ona secde edilmesini buyuran Cenab-ı Hakk’a tüm melekler itaat edip secde etmişler, şeytan ise secde etmemiştir.
Kur’an-ı Kerim’de bu konu şöyle izah edilmiştir:
"Yalnız İblis hariç, O büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu. Allah Dedi ki: "Ey İblis, iki elimle yarattığıma seni secde etmekten alıkoyan neydi? Büyüklendin mi, yoksa yüksekte olanlardan mı oldun.?" (Sad, 74-75) sualine “Beni ateşten, onu topraktan yarattın.” (A’raf, 12) diyen şeytan; kibrini ortaya koyduğu gibi insanoğlunun da kibirlenmesi için elinden gelen gayreti gösterir.
Kibirli, “.. kendi nefsini beğenen ve seven adam başkasını sevmez. Eğer zâhirî sevse de samimî sevemez; belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır. Ve kusurunu nefsine almaz, belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler.”
Bundan kurtulmanın yolu da bellidir. “Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur.”
Gerek filmde gerekse risalelerde, şeytan, nefis, kibir kelimelerinin yanında “Avukat” kelimesinin geçmesi mesleğim olması itibariyle de hayli ilgimi çekmiştir. Bu bahis okunduğu yerde bir avukat, bir hukukçu varsa mutlaka gözler ona çevrilip bir tebessüm edilir. İnsanların buradan nasıl bir mana çıkardığını ve bu tebessümün ne manaya geldiğini yıllardır merak etmişimdir.
Şeytan, nefis ve kibir kelimelerinin yanında yer aldığı için “Avukat” kelimesine –genellikle- menfi kötü bir mana verilmektedir. Halbuki, Bediüzzaman kendi yazdığı eseri yani Risale-i Nur külliyatını bir “avukat” olarak niteliyor.
“O büyük dâvâyı yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o dâvânın kazancının vesikası ve senedi ve beratı olan iman-ı tahkikîyi eline veren ve Kur’ân-ı Hakîmin mu’cize-i mâneviyesinden neş’et edip çıkan ve bu zamanın birinci bir dâvâ vekili bulunan Risale-i Nur’dur. ... Demek avukat tutmak isteyen onu elde etse yeter.”
Kişi kendisini müdafaada acze düşebilir. Avukat ise hukukun inceliklerini bildiğinden kişinin hakkını en iyi şekilde savunur. Bu yüzden iman davasını kazanmak isteyen Risale-i Nuru elde etsin, yani iyice okusun, okuduğunu yaşasın demektedir.
Şeytani bir vasıf olan kibre kapılıp, kendisinin hatalarını görmeyen ve göstermek istemeyen, bir avukat gibi kendini savunan nefsimizden Allah’a sığınır ve zamanın iman davasının Avukatı Risale-i Nurları hakkıyla anlamayı Allah’tan dileriz.