“Medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir“
(Hutbe-i Şamiye)
Tarihimizde nice itikadi ve ameli fırka zuhur etmiştir. Dikkatli bir gözle incelendiğinde aradaki ihtilaflar umumiyetle siyasi nedenlerden dolayı neş’et etmiştir. Siyasi nedenler akıp giden zamanın seyri içinde itikadi nedenlere dönüşmüştür maalesef. Bunun nedeni biraz da tek, biricik, bütüncül ve mutlak hakikatin; çok, farklı, parçalı ve izafi olan insan zihni ve idraki tarafından anlaşılmaya çalışılmasından ileri geliyor.
Sonuç ise parçayı bütün zannetme, izafiyi mutlak görme gibi vahim bir yanlışa düşülüyor. Çünkü: “Hakikat-i mutlaka mukayyed (sınırlı) enzar (bakış) ile ihata edilmez.” (Bediüzaman) Bütün ihtilaf ve ayrışmaların temelinde bu sır vardır genellikle.
Yanlış olan bizatihi ihtilaf ve ayrışmanın kendisi değil, kendince bulduğu, bildiği parçalı ve nakıs hakikati biricik zannedip mutlaklaştırmak. Manayı kendi bildiğinden ibaret sanıp sabitlemek ve dondurmak. Asıl yanlış bu işte. Tarihimizde bu vahim yanlışı en tipik, en ibretlik bir şekilde kristalize eden fırka Haricilerdir, hiç şüphesiz.
Bu güruhun mümeyyiz vasıflarını kabaca şöyle özetleyebiliriz: kavgacı ve fedakar bir yapıya sahip, başka güruhlarda örneğine pek nadir rastlanan bir fedakarlık ve serdengeçtiliğe sahip, aşırı züht ve takva sahibi, inancı uğruna her an ölüme hazır, şehit olmayı candan dileyen, Kur’an’ın zahirine olan derin vukufiyetleriyle nam salmış, Allahın rızasını kazanmak dışında hiçbir gaye-i hayali olmayan, fazlaca secdeden dolayı alınları nasırlaşmış, günah bildikleri şeylerden yılandan akrepten kaçar gibi kaçan, sünnet ve nafileleri farz gibi yerine getirmeye çalışan, kızgın kumlarda secde edip Allah’a yakardıkları için ellerinin ayası devenin dizi gibi katmanlaşıp sertleşmiş, gündüzleri oruç tutmakla, geceyi ise ibadetle geçiren…
Bir alim onları tavsif ederken şöyle der: “Haricilerden daha inançlı ve çalışkan bir fırka yoktu. Savaş sırasında bir Hariciye bir mızrak saplanmıştı, yarası çok ağırdı, ama o kendisini vuran adama doğru yürüyerek Allah’ım senin rızanı kazanmak için sana geliyorum diyordu.” Bu kadar fevkalade vasıflarına rağmen kendi düşüncelerinde ısrar ettikleri ve onu tek hakikat telakki ettikleri için affedilmesi imkansız yanlışlara imza attılar.
Hz. Ali (r.a) bir sahabiyi (İbn-i Abbas) onlarla tartışmaya gönderirken ona şu tavsiyede bulunur: Onlarla tartışırken sakın Kitaptan delil getirme çünkü onlar kitabı senden daha iyi bilir. Sen daima sünnetten delil getir. Ve bir vasiyetinde şöyle dediği rivayet edilir:
“Benden sonra Haricileri öldürmeyin. Zira hakkı arayıp da batıla düşenle, batılı isteyipte batılı bulan kimse elbette ki aynı değildir” Evet kendi düşüncesinde ısrar etme ya da gerçeği kendi bildiğinden ibaret görme, tabiri diğerle fanatizm ya da entegrizm, bütün yanlışların ve yanlış anlamaların temeli bu.
Haricilik, sade bir tarihsel akım olmanın çok ötesinde bir anlayış, zihniyet ve perspektif sorunudur çoğunlukla. Hariciler öldü ama haricilik hala yaşıyor. Aramızda, en mahrem yerimizde. Neoharicilik, klasik dönem hariciliğinin modern zamanlara has bir versiyonu daha doğrusu bir tezahürü gibi. Günümüzde sari bir hastalık gibi her tarafa yayılan IŞİD belası buna en güzel örnektir.
Bu anlayış, umumiyetle lafızcı, tekçi, tek tipçi, baskıcı, ötekileştirici ve dahi kısırlaştırıcı bir anlam dünyasının içinde dönüp durur biteviye. En kıytırık zaif bir rivayetten dolayı tekfir kılıcını çeken modern selefiler, Kur’an dışında hiçbir kaynak kabul etmeyen, kendi anlayışlarını mutlaklaştıran ve bu sakat anlayış yüzünden mümin kardeşlerini müşriklikle hatta kafirlikle itham eden bazı modernistler ve mealciler, kendi kutsalı dışında hiçbir kutsalın yaşamasına tahammül edemeyen marjinal bütün güruh ve yapılar…
Düşünebiliyor musunuz? Bazı kafir ve müşrikler hakkında nazil olduğu bütün müfessirler tarafından kabul edilen bir ayeti mana bağlamından kopararak Bediüzzaman gibi bir zat-ı muhtereme uyarlamak. Ve sonuç olarak onu da (haşa) o kefeye koymak. İstila ettiği Müslüman beldelerin hanımlarını kendilerine helal görüp cariye olarak kullanmakta hiçbir sakınca görmeyenler. İşte başta IŞİD olmak üzere bazı Neoharici çevrelerce tastamam yapılan budur. Bu vahim yanlışı yaparken de olabildiğince samimi, islam’a gönülden hizmet ettiğine inanıyorlar. Tıpkı klasik hariciler gibi. Yazık ki klasik dönem haricilerin o üstün ameli vasıflarının esamesi bile okunmaz bunlarda. Bütün marifetleri sade lisanda. Yüzeyde. Kabukta. Kaldı ki klasik haricilik bütün vahim hatalarına rağmen içerden çıkan bir muhalefetti Neoharicilik için aynı şeyi söyleyebilmek epey zor görünüyor. Yani kökleri galip ihtimalle dışarıda olan tehlikeli bir hareket bu.
Yeri gelmişken İslam karşıtı bazı Batılı çevrelerin iddia ettiği gibi şiddet ve terörün kaynağı (haşa) İslam ve Kur’an değildir kesinlikle. Bu, oryantalistler tarafından yıllar önce uydurulmuş alçakça bir yalan daha doğrusu iftira. İslamda her türlü şiddetin önünde ve dahi arkasında “adalet ilkesi” dağ gibi durur. Tam aksine şiddet, tedhiş, terör, anarşi gibi eylemlerin asıl kaynağı ve dahi anavatanı Avrupadır. Çünkü;
“Şiddet: Avrupa'nın Tanrısı. Çağdaş Avrupa'nın en "insancı" filozoflarına bir göz atın, hepsi şiddete âşık. Soyumuzun alınyazısıymış bu. "Kullanılan şiddet, şiddeti kökleştiriyor mu, yok mu ediyor; bizi geriye mi götürüyor, ileriye mi? İşte, asıl mesele" diyorlar. Şiddeti yokeden şiddet, yalanların en alçakçası değilse vehimlerin en şairanesi. Her kavganın ezelî mazereti: son kavga olmak. Bu tahrip ihtirası, bir asrın imtiyazı, daha doğrusu yüz karası değil, Kabil'den beri uzayıp giden bir lanet zinciri. Kıyıcılık kanında var Avrupalı'nın, Yunan destanları birer cinayet salnamesi, Yunan, İskandinav veya Germen destanları. Machiavelli'ye göre, "mecbur kalınınca kuvvet haktır"; mecbur kalınınca, yani istenince.”(Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yay.)