Dehâ ile cinnet, sırtları bitişik siyam ikizleri. Dirayet dehâya mıhlar, zayıflık cinnete düşürür. Muvakkat veya kalıcı cinnetler, çok dâhinin takibinde olmuştur. İntihara sürüklenenler hatırı sayılır çoklukta. Büyüklerin bu tuhaf hastalığı Hazret-i Üstad'ı da iki sefer yoklamış ama kısa sürmüş ve tam şifa bulmuştur.
İlkine dokuz yaşında dûçar olur. Abdurrahman Abinin tarihçesi ile Mufassal Tarihçe'de kısaca yer alan bu hâdiseye Üstad Hazretleri de şu ifade ile temas eder:
"Hazret-i Şeyh Abdulkahhar’ın ziyaretinde, gayet zarif ve acib bir hâdise başıma gelmişti; onun için onun ziyaretine gitmiştim.” (Akgündüz, Bediüzzaman'ın İlmî Şahsiyeti, Sayfa:253)
Kaynakların üç-beş satırla zikrettiği bu hâdisenin "Kutub Yıldızı"ndaki temessülünü tenkid ve tashihlerinize arzediyorum. Konuşacaksanız, şimdi konuşunuz... Kitab basıldıktan sonra konuşursanız külahları değişiriz!..
Not: Harita, Hazret-i Üstad'ın Koğak'dan (Dokuzpınar) Siirt'e yaya katettiği mesafe ve güzergâhı gösteriyor. Dokuz yaşında okula yalnız gönderemediğimiz bugünün çocuklarıyla kıyaslamak isterseniz, beis yok...
*
Henüz dokuz yaşında bir çocuktu. Sırtında heybesi ile Koğak'tan yola çıktığında Siirt'e gitmeyi düşünüyordu. Oysa Siirt yaklaşık iki yüz kilometrelik bir mesafede idi ve her şey yolunda gitse bile yaya olarak bir haftada ancak varabilecekti.
Güzergâhındaki köylerde geceleri konaklayacak, gündüzleri yürüyecekti. Güz serinliği yolculuğunu kolaylaştıracak gibi görünüyordu ama kendisini bir köye atamadan yabanda gecelemeye mecbur kalırsa üşüyeceği de açıktı. Elbiseleri sınırlıydı, çarıkları yıpranmıştı. Bu uzun mesafeye dayanabileceklerinden emin değildi ama yine de gitmek istiyordu.
Gitmek istiyordu, çünkü bir müddetten beri zihnî melekelerinden şübheye düşmüştü. Evham ve korkuları artmış, zihnî keşmekeşlikler yaşıyordu. Günün muhtelif vakitlerinde başına şiddetli ağrılar giriyor, olmayan varlıklara vücud giydiriyor, cinnet geçirmekte olduğunu düşünüyordu.
İçinden bir ses, Molla Halil-i Siirdî'nin oğlu, Seyda Abdurrahman-ı Tağî'nin de hâlifesi olan Şeyh Abdulkahhar'a gitmesini söylüyor, orada bu cinnet halinden şifa bulacağını fısıldıyordu. Bu iç sesin kaynağını bilmiyordu, lâkin rahmanî olduğunu hissediyordu. Bu uzun ve çetin yolculuğun sebebi tahsil değil, şifa bulma ümidi idi.
Günlerce yürüdü! Tepeleri, dağları aştı. Derin vadilerden, derelerden geçti. Uçsuz bucaksız, gündüz bile karanlık ormanlara dalıp geride bıraktı. Dümdüz arazilerde, güneşin altında ufuklara doğru saatlerce adım attı, susadı, acıktı. Geceleri kâh bir köyde konakladı, kâh bir medreseye sığındı. İki üç geceyi ise yabanda geçirdi, uçsuz bucaksız zifirî karanlıklarda yalnız başına sabahladı. Ama yılmadı...
Ne var ki, Siirt'e vardığında perişan halde idi. İyice zayıflamış, avurtları çökmüştü. Teni gecelerin soğuğu, gündüzlerin sıcağı ile kavrulup kararmıştı. Elbiseleri yırtılmış, çarıkları dağılmıştı. Işıltılı gözlerindeki tedirginlik artan cinnetini saklamasına imkân vermiyordu artık. Beynine hücum eden kan basıncı bu yorucu yolculukta zihnini büsbütün zorlamış gibiydi.
Medreseye vardığında bir grup talebe etrafını sardı; kim olduğunu, ne aradığını sordular.
"Şeyh Abdulkahhar'la görüşmek istiyorum!" dedi.
Talebeler perişan vaziyeti ile ışıltılı gözleri arasında bir müddet bocaladıktan sonra kendisine eşlik edip Şeyh Abdulkahhar'ın huzuruna çıkardılar.
Said o ânda yine şiddetli bir cinnet krizine yakalanmıştı. Tasavvuruna göre, bir yıl önce bu fâni dünyadan göçüp gitmiş olan Seyda Hazretleri çok uzak bir yerden kendisine seslenerek;
"Said! Buraya gel, seni sağaltayım, iyileştireyim." diyordu.
Lâkin Seyda Hazretleri çok ama çok uzak bir yerde idi. Yanına gidebilmesi ancak uçarak mümkün olabilirdi. Uçmak için yüksek bir yere çıkması gerektiğini düşünüp koşmaya başladı. Yüksek bir dağa çıkacak, bir uçurum bulacak ve Seyda Hazretleri'nin dâvetine uçarak gidecekti.
Ne var ki, Siirt'e ilk gelişi idi; dağlar nerede, uçurumlar ne tarafta, bilmiyordu. Bildiği tek şey koşmaktı. O da koşuyordu...
Arkasından koşmakta olan talebelerin çığlıklarını duyuyor ama dönüp bakmıyordu, kaybedecek vakti yoktu. Bir müddet daracık sokakları, taş ve kerpiçten köhne evleri geçti. Korkup sinen çocuklarla, peçelerinin arkasına saklanan genç kızlarla karşılaştı. Havlayıp hırlayan köpeklere aldırmadı. Nihayet önüne çıkan mezarlığa da düşünmeden daldı, bütün hızıyla koşmaya devam ediyordu.
Ancak ölüler de dirilmiş, arkası sıra çığlık çığlığa bağrışıp koşuyorlardı. Biri kuşağından çıkmış olan gömleğinden yakalayınca o da belinden hançerini çekerek kükredi:
"Ölüler! Beni bırakınız, yoksa hepinizi öldüreceğim!" dedi.
Hançerini kullanmaya fırsat bulamadan talebeler kendisini kıskıvrak yakaladı. Çırpınmaları, tehdidleri işe yaramadı; Abdulkahhar Efendi'nin talebeleri kalabalık ve güçlü idiler. Mecburiyetle direnmekten vaz geçti, esasen az önce gelen kriz de hafiflemeye başlamıştı. Kendisine geldikçe talebeleri tanıdı. Onlarla birlikte Abdulkahhar Efendi'nin yanına dönmeye razı oldu. Zatan bunca yolu onun için gelmişti.
Ne var ki, Abdulkahhar Efendi'nin huzurunda kriz yeniden nüksetti ve uçma tasavvuruna bir daha mağlub düştü. Abdulkahhar Efendi'ye dönerek bağırdı:
"Beni iyileştireceksen, iyileştir. İyileştiremeyeceksen sana niçin şeyh diyorlar?"
Sonra dama çıkaran kalastan merdivene doğru hamle edip hızla tırmanmaya başladı. Seyda Hazretleri'ne uçarak gitme düşüncesi ile hızla tırmanırken burnundan oluk oluk kanlar akmaya başladığında dama da çıkmıştı. Toprak dama çömelerek bir müddet burnundan boşalan kanları seyretti.
Bu arada talebelerin takibine mâni olan Abdulkahhar Efendi de merdivenleri tırmanarak yanına gelmiş ve elini başına koymuştu.
Said, burnunu tutmak, kanı durdurmak isterken,
"Bırak aksın, şifâ bulacaksın!" dedi...
Rahatlamakta olduğunu hissediyordu, şifa bulduğunun farkında idi.
Neden sonra Şeyh Abdulkahhar Efendi'nin arkası sıra merdivenlerden inerken cinnetinden eser kalmadığını farketmenin huzur ve sevinci içinde idi. Sadece yorgun, uykusuz ve açtı. Kendisini Siirt Medresesi'nin rahmanî havasına, Abdulkahhar Efendi'nin şefkatine bıraktı. Dinlenmek, derin bir uykuya dalmak istiyordu.