Van depremin üzerinden tam bir hafta geçti. Bütün milletimizin yürekleri ağzına geldi. Üzüntümüz büyük. Bu üzüntümüze kardeş ve dost ülkelerden katılanlar da oldu. İnsanın ya da milletlerin zor ve dar günlerinde yanlarında dostlarının ve yardımcılarının olması ne kadar güzel.
İslamiyet, Bediüzzaman’a göre insaniyet-i kübradır. Yani bütün müslümanlar bir insanın vücudu gibidir. İnsanın vücudunun bir yanına bir zarar erişse bütün vücut etkilenir, acı çeker ve bir an önce eski sağlıklı haline dönmek için çalışır, hatta yetersiz olduğu yerlerde yakınlarını da imdada çağırır.
Terör nedeniyle; “Şimdi acı çekme sırası onlarda.”, sanki “Oh olsun!” der gibi cahilane sözler işittik ve çok üzüldük. İnsaniyet-i kübra nerede, bu sözler nerede? Bir buçuk milyar Müslümanın kardeşliği nerede? Cahiliye döneminden kalma ırkçılık söylemi nerede? Bu, büyük bir gemiyi bırakıp küçücük kayığa razı olmaktır.
Terörün altındaki gerçek sebepleri araştırmadan üstünkörü konuşmak, birilerini suçlayıp hemen kenara çekilmek insana yakışmaz. Depremde ölen ya da kurtulan insanların çoğu masumdur. Dolayısı ile toptancı bir zihniyet ile hepsini terörist ilan etmek de çok yanlıştır.
Bırakın müslüman ve ülkemizin vatandaşı oluşlarını herşeyden önce insan olmamız itibariyle felaketi yaşayanlara çok üzüldük, içimiz yandı. Empati yaptık, aynı şey bizim başımıza da gelebilirdi diye düşündük. Enkaz altından kurtarılan her can için sevinç gözyaşları döktük. Hepsi de fırtınalı bir yağmurun ardından açan çiçekler gibi ümit vericiydi.
Deprem ilahi bir ikaz ise, sadece o bölgenin insanına mahsus değil ki. Şahit olan, hisseden, etkilenen ya da etkilenmeyen herkes içindir. Empatimizi biraz da bu boyutta yapalım? Biz, kendimiz için gereken dersimizi aldık mı acaba? Bediüzzaman müsibetin sebeplerinden birini şükürsüzlük olarak ifade ediyor. Etrafıma bakıyorum, camilerde birkaç ihtiyardan başka yine kimsecikler yok; en yakınlarıma bakıyorum, gözyaşı dökmenin ve biraz da yardım göndermenin dışında hayatlarında hiçbir değişiklik yok. Demek ki, daha dersimizi alamamışız. Rabbim bizi uyandırsın, herkesi böyle acılı musibet ve felaketlerden korusun.
“Size bir iyilik dokunsa, bu onları tasalandırır; başınıza bir musibet gelse, buna da sevinirler.” (Âl-i İmrân, 120) ayetinde görüldüğü gibi başkasının başına gelen musibete sevinenlerin vasfı kâfir ya da münafıkların vasfıdır. Allah korusun kim böyle bir duruma düşmek ister. Şura suresi 3. ayette de; “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.” buyurulmaktadır. Madem bu ülkenin vatandaşıyız ve madem insaniyet-i kübra vücudunun bir parçasıyız, o halde bizim ellerimiz de işlenen şeylerin dışında kalabilir mi?
Sebepler dairesinde bilim adamları fiziki şartları değerlendirip ona göre yorumlar yapıyorlar ama, netice itibariyle; “Allah'ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez.” (Tegabun 11) ayetinden de anlaşılacağı üzere, Kainatın Yaratıcısı ve Sultanının izni ve emri olmadan hiçbir şey kesinlikle harekete geçemez. Bunu böyle kabul etmek, iman etmek ve teslim olmak zorundayız.
İhlas Risalesinde (21. Lem’a) güzel bir düstur var. Gerçi bu düstur Risale-i Nur hizmetkarları içindir ama, şimdi madem başımıza bir musibet gelmiş, millet olarak topyekün hizmet zamanıdır, o halde bu düsturdan herkes dahi yararlanabilir.
“Bu hizmet-i Kur'âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev'inden gıpta damarını tahrik etmemektir.” Biz bunu şöyle tercüme edip anlayalım: “Bu müsibette kardeşlerinizi/vatandaşlarınızı tenkit ve onların üstünde fazilet-furuşluk etmeyin.” Yani bütün günahı üsütünlük taslayarak onların boynuna atmayın.
Bu düsturun devamındaki örnek ise çok süper bir şey: “Çünkü nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.” (s. 164) İşte insaniyet-i kübra! Asıl bölücülüğü kimler nasıl yapıyormuş, cismi/vatanı nasıl dağıtmaya çalışıyormuş görelim.
Depremler turnusol kağıdı gibidir. Zilzal (Deprem) suresini bir hatırlayalım: “Bismillâhirrahmânirrahîm. Yerküre kendine has sarsıntısıyla sallandığı, toprak ağırlıklarını dışarı çıkardığı ve insan "Ne oluyor buna!" dediği vakit, işte o gün (yer) haberlerini anlatır, Rabbinin ona bildirmesiyle. O gün insanlar amellerini görmeleri (karşılığını almaları) için darmadağınık geri dönüp gelirler. Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” Görüldüğü üzere, yer 7.2 şiddetinde sarsıldı, müteahhitlerin, bunları denetlemek için maaş alan memurların kötü amellerini, başkalarının eleminden mutlu olmaya çalışan insanların da kötü emellerini, bir de bunca acı ve ızdıraba rağmen hâlâ ihtiras peşinde koşan ve aç gözlülük yapan yağmacıların rezilliğini yer bir güzel haber verdi. Herkesin malumu olan idari ve siyasi ihmal, baskı ve yanlış uygulamalardan bahsetmeyeceğim.
Bütün bu olumsuzluklara karşı; müsbet hareket etmek, muhabbet ve kardeşlik bağları ile şahs-ı maneviyi geliştirmek, ırkçılık/kavmiyetçilik enaniyet ve izzetini, ehemmiyetsiz rekabetkarane hissiyatı terk etmek bir deva olacaktır. Bu düsturlar, kişisel olarak uygulandığında ihlası, millet olarak uygulandığında da vatan birliğini, insaniyet-i kübra olan İslamın birliğini kazandıracaktır.
Depremde ölenlerin manevi şehadet makamı kazandıkları, sağ kalanların çektikleri ızdıraplar ve kaybettikleri mallar geçmiş günahlarına kefaret olması teselli kaynağımız. Kardeşlik ve yardımlaşma duygularımızın zirveye çıkması millet olarak büyük kazancımız. İnşaallah bu, bölgedeki yaranın cerahatini de kurutur.
Depremzedelere ve bütün milletimize geçmiş olsun.