Nazik dönemlerde mü'minin mü'mine kırılmaya asla hakkı yoktur. Saadet Asrı, her konuda bizim için örnek alınacak bir dönemdir. Yüce Allah; “Andolsun ki, Resûlullah'ta sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnek vardır.”[1] Ayetiyle her konuda Kâinatın Efendisini örnek almamızı tavsiye etmektedir. İsterseniz Resûlullahın yaşadığı kritik ve hassas bir olayı birlikte paylaşalım:
Peygamber Efendimiz, Hendek Savaşında, hendek kazma sırasında, mü'minler arasında en ufak bir sürtüşmenin bile çıkmasını yasaklamıştı. Elbirliğiyle hendeğin kazılması ve hızla bitirilmesi gerekiyordu. Bu yüzden Şair Ka'b bin Malik ile Hassan bin Sabit"e, hiç kimse hakkında ileri geri konuşmamaları, kimse hakkında şiir söylememeleri için îkazda bulunmuştu. Ola ki, şairlik damarıyla birilerine sataşabilirler, birbirleriyle şiir yoluyla atışmaya girebilirler, bu ise tatsızlığa ve kırgınlığa yol açar, hendeğin gecikmesine sebep olabilirdi.
Allah Resulü, bununla da yetinmemiş, ayrıca:
-Hiç kimse arkadaşının kırıcı sözüne kızmayacak, darılmayacak, diye emir çıkararak Müslümanları büyük bir fedakârlık ve hoşgörüye davet etmişti. O hep düşmanın şehrin kapılarına dayandığı o nazik dönemi, sabır ve metanetle aşmayı düşünmüştü. “Çünkü birbirleriyle uğraşanlar müsbet hareket edemezler. Hayırlı işlerin çok muzu manileri olur.” Küçük kırgınlık ve ihtilaflar yüzünden Müslümanlar arasındaki dayanışmanın zedelenmesi, hendek kazma işinin neticesiz kalmasına sebep olabilir, bu da düşmanın Medine'yi istilâsına yol açabilirdi. Mü'minin, mü'minden gelen kinci muamelelere sabırla hoşgörü ile affetmekle karşılık vermesi, büyük bir fazilettir. Ancak düşman tehlikesinin İslâm varlığını tehdit ettiği nazik dönemlerde, bu tarz hareket artık fazilet olmaktan çıkar, herkes için zorunlu bir görev olur. Bu durumlarda mü'minler birbirlerinin kusurları ile uğraşmayı, haklı bir sebeple bile olsa, birbirlerinden incinip darılmayı bir tarafa bırakmak zorundadırlar. Aksine bir davranış, İslâmiyete kesinlikle zararlı olacağı gibi, düşmana da büyük bir yardım hükmüne geçer.
“İçtimai hayat açısında, müminin mümine inat, hased ve tarafgirlikte bulunması son derce zararlı bir hastalıktır. Böyle bir yaklaşımda her zaman ehl-i hak zararlı çıkmıştır. Ayrıca ehl-i hakkın görevi ikram edici ve soğukkanlı olmaktır. Kur’an-ı Kerimde ” Onlar (muttekîler), bollukta ve darlıkta (Allah için) infâk ederler (verirler) ve onlar öfkelerini yutanlardır ve insanları affedenlerdir. Ve Allah, muhsinleri sever."[2] Ayetiyle o özellikleri taşıyan müminler teşvik edilmektedir. “Garazkârâne, adâvetkârâne birbirinin tahribine çalışılan menfi ihtilâf, İslam nazarında kabul görmemiş, reddedilmiştir. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler” [3]
Allah korusun insanda nefis ön plana çıktığı zaman artık hiçbir şeyi, aklı da dinlemez. Haksız dahi olsa kendini haklı zanneder, benim hakkım var der. İşte burada artık insan bazen ne dediğini ne yaptığının farkında olmaz. İnsanın, hayatında en çok yanlış ve hatalar yaptığı ve topluma zarar verdiği anlardır. Aklı başına geldikten sonra durumun farkına varır. Fakat” badel harab-i Basra” iş işten geçmiş olur. Çünkü artık yangın bacayı sarmış evi kül haline getirmiştir. Burada en çok zarar gören toplum olur, işin başındakiler değil. Geçmişte ve şimdi olduğu gibi… Böyle bir ihtilaf marazının merhemi ve ilâcı; "İhtilâfa düşmeyin; sonra cesaretiniz kırılır, kuvvetiniz elden gider." ayetindeki şiddetli İlâhî bir yasaklamadır. [4] "Birbirinizle iyilik ve takvâda yardımlaşın." [5] Ayetini de kendimize İlahi bir ölçü haline getirmekle o ehl-i hakkın kafilesine hissiyatımızı ayaklarımızın altına alıp fedakârlık göstererek samimane iltihak etmek, şahsiyetini unutmak riyâ ve yapmacık şeylerden kaçınmak ve ihlâsla hareket etmektir.
İttihada giden yol müsbet hareketten geçer. Peki, müsbet hareket nedir?
Müsbet hareket: Gözetilen amaca veya beklenilene uygun, faydalı, pozitif ve Allah’ın rızasına uygun hareket etmektir. Olumsuzlukları değil, olumlu olan şeyleri nazara vermektir. Cenab-ı Hakkın Hakîm ismine uygun yani mukteza-yı hale mutabık hareket etmektir. Hak ve hakikat namına fikir alışverişinde bulunmaktır. Hisler karışmadan olayların üzerine sabır ve itidalle gitmektir. Kısaca; sabır, şükür, hayır, adalet, muhabbet, ittifak, dostluk, kardeşlik, anlaşma, yardımlaşma, terakkî, tekâmül, insanın fıtratına uygun olan, vicdanın mutluluğu gibi olumlu olan şeylerin hepsi birer müspet harekettirler.
Bediüzzaman’a göre müsbet hareket: “Rıza-yı İlâhiye uygun hareket etmek, iman hizmetini yapmak, vazife-i İlâhiyeye karışmamak, asayişi muhafaza etmek, sabır ve şükür içinde olmaktır.”[6] “İslâmiyet, selm (barış, sulh).ve müsalemettir; (karşılıklı barış içinde olmak) dâhilde nizâ (çekişme ve kavga) ve husumet (düşmanlık) istemez “ [7]
“Dostlar müteyakkız davranmalı, tâ dostların lâkaytlıklarından ve gafletlerinden, zındıka taraftarları istifade etmesinler.” [8]
Müsbet hareket birliğin sağlanmasıyla olur. Birliği sağlamak için de kanun hâkimiyetini sağlamak ve hukukun üstünlüğünü temin etmek gerekir. Hukuk karşısında eşitliğin olmadığı ve imtiyazların bulunduğu bir ülkede birlik ve eşitlik yasalarla bozulmuş olur. Haksızlık yasalarla yasal hale getirilmiş olur. Bu durumda birliğin sağlanması zaten mümkün olmaz. Bu gerçeği Bediüzzaman:
İttihad, herkesin aynı muâmeleye tabi tutulması yani bir şah ile bir gedanın yani dilencinin aynı haklara sahib olması ile olabilir. [9] “Bir mâden-i hayat-ı içtimaiyemiz (sosyal hayatımızın kaynağı) olan ittihad-ı millet, (milletin birliği) ref-i imtiyazdan (ayrımcılığın, kayrımcılığın kaldırılmasıından) başka ne ile olur?” [10] Veciz bir şekilde ifade eder.
“Sakın, sakın, dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalâlet fırkalarına karşı perişan etmesin Allah için sevmek, Allah için buğz etmek."[11] Rahmânî düsturumuz olsun. Yoksa (el-iyazü billâh) bu zamanda siyaset, kalbleri ifsad eder ve asabî ruhları azap içinde bırakır. Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen veya bedenen gelen musibetten hissedardır, azap çekiyor, perişandır.” [12]
Şimdi bir ve beraber olmaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Aslında bakacak olursak; bizi bir birne bağlayan o kadar çok bağlarımız var ki; değil bizi, belki küreleri dahi birbirine bağlayacak kadar kuvvetli manevi bağlardır. Diyor asrın Bedîsi…
Evet, ifsat ve zındıka komiteleri bizleri aldatmasın karşımızda pusuda bekleyen ve ayrılıklara zemin hazırlayan dehşetli komiteler var, onların işlerini kolaylaştırmayalım….
Peygamber Efendimizin (a.s.m): “Allah birdir, biri sever” hadis-i şerifini sık sık hatırlayalım.“Vahdet dininin temsilcileri olarak “kâlû belâdan” beri beraberiz. İnşallah yine beraber kalacağız. Allah bizi birbirimizden ayırmasın, birliğimizi bozmasın ve bozmaya çalışanlara da müsaade etmesin”
Osmanlı devletindeki kardeş çekişmeleri memleketi parçalamaya, birliği ve dirliği bozmaya yönelik fesat hareketlerinin arkasında; Bizans devleti bulunuyordu. Bu tür faaliyetler tarihimize "Bizans oyunları" olarak geçmiştir. Aynı güçler sadece iktidar mücadelesi değil, mezhep ve inanç farklılıklarının tahrik edilmesi sonucunda, Osmanlı tarihinde derin yaralar açmış olan tefrika belâsının giderilmesi için idarecileri ciddi tedbirler almaya yöneltmiştir. Bu idarecilerin biri de “dünya bir padişaha az, iki padişaha azdır.” Diyen Yavuz Sultan Selimdir. Yavuz, ülkenin birlik, beraberliği ve huzuru için bütün gücüyle, fitnelerin önüne geçmeye çalıştı ve Cenab-ı Hak da onun bu samimiyetine binaen İmparatorluğun ittihadına vesile kıldı. Bir şiirinde:
“Milletimde ihtilâf ü tefrika endîşesi
Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni
İttihâdken savlet-i a’dâyı def’a çâremiz,
İttihâd etmezse millet dağ-dâr eyler beni. “
Yani; milletimde anlaşmazlık ve ayrılık endişesi, kabride olsam bile beni rahatsız eder. Düşman saldırılarını def edecek tek çaremiz ittihad etmektir. Şayet bu millet ittihad etmezse gönlümü derinden yaralar. Diyerek devletin birlik ve beraberliği için ızdırabını bu şekilde dile getirmiş.
Osmanlının son dönemlerinde topraklarını paylaşmak için sinsi plânların çevrildiği son yıllarında Osmanlı milleti, yine çoğu dış kaynaklı olan entrikalara maruz kalmış ve "böl-parçala-yut" taktiğiyle sinsi emellerine ulaşmıştı. Devleti yıkmak, milleti de Anadolu'dan tamamen çıkartmak istedikleri zorlu Millî Mücadele yıllarında da tefrika hastalığı birlik ve bütünlüğü kemirmeye devam etmiş. Var olma mücadelesi verilen bu dönemde durumun hassasiyetini gören İstiklâl Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy şu mısralarıyla idarecileri ve milleti uyarmaya çalışmıştı:
"Girmeden tefrika bir millete düşman giremez.
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez."
İslâm tarihinin geçmişe dönük sayfalarını araladığımızda benzer olaylara şahid olmaktayız. Dört Halife döneminde başlayan ve arkasından ortaya çıkan Şiilik-Haricilik bölünmüşlüğü, maalesef zararlarını hâlen sürdüren bir yaradır. Şark milletlerinin karakteristik bir özelliği hâline gelen tefrika, zaman zaman aynı din ve hattâ aynı milletten olan insanların savaş meydanlarında karşı karşıya gelmelerine sebep olmuştur.
“Allah bizleri Hz. Âdem ile Havva validemizden, bir ana babadan yarattı. Sonra birbirimizle tanışıp kaynaşalım diye bizleri kabile kabile kıldı. Bizi farklı farklı yarattı, farklı yerlerde, farklı dillerde, farklı renklerde, farklı zamanlarda yarattı ama kitabımızı bir kıldı, kıblemizi bir kıldı, peygamberimizi bir kıldı, bizi birbirimize kardeş kıldı. Kitabında ‘Bütün müminler kardeştir’ dedi, bizim kardeş olduğumuzu vurguladı. Allah bizlere âlemlere rahmet Habib’ini gönderdi. Bizleri o kutlu peygambere ümmet eyledi. O ahir zaman peygamberi, bizim için, ‘Sizler tek bir ümmet, tek bir milletsiniz’ dedi. Onun ashabı o güneşin etrafında birer yıldız oldular, tek vücud oldular. Kitabında överek ‘Onlar kardeşlikte öyle bir noktaya gelmişlerdi ki, kendileri muhtaç oldukları halde kardeşlerinin nefislerini kendi nefislerine (makamda, mevkide, malda, mülkde ve zenginlikte) tercih ederlerdi’ buyurdu’ “
Bediüzzaman; “Bu zaman, ehl-i hakîkat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil, cemaat zamanıdır, birlik beraberlik zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı manevîye göre olur. Ferdî şahısların dehası, ne kadar harika da olsalar, ehl-i dalaletin cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevî dehâsıyla hücumuna karşı mağlûp düşebilir.”
Bediüzzaman Hazretleri; merhum başbakan Adnan Menderes’e ve dindar Demokratlara hitaben yazdığı, Ezan-ı Muhammedî’nin aslına çevrilmesi ve sonrasında gösterilmesi gereken hususlarla ilgili açıklamaların yer aldığı bir mektupta, hem dindarlara, hem idarecilere, özellikle demokratlara bir yol haritası mahiyetinde önemli tespitler ortaya koymaktadır. İttihadı bozan durumlara karşı tedbirli olmaları konusunda İslâmiyet’in pek çok temel kanunlarından üç tanesine ayet ve hadislerle açıklık getirmiştir.
Birincisi, “Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz.” [13] Bu mealde Kuran-ı Kerimde dört ayrı surede geçmekte olan ayetlerde, “bir kişinin yaptığı olumsuz işleri, onun bağlı bulunduğu topluluğun tamamına teşmil etmenin cahiliye devrinde kalma bir adet ve büyük bir cinayet olacağını” ifade ediyor. O zaman, aynı düşünce ve görüşte veya aynı partiden ve ırktan kişi veya topluluğun beraberce yaşadığı bir yerde veya vatanda, böyle bir cinayeti işlemenin, ‘ifsad ve zındıka komite’lerinin işine yarayacağı ve ekmeğine yağ sürmek anlamına geldiğini belirtir. Bu da önüne geçilemez dehşetli karışıklıklara, maddi ve manevi yaralara, anarşi ve kargaşalara kapı açar. Maalesef günümüz siyaseti, Kur’anın bu temel ölçülerine muhalefet etmenin sıkıntılarını yaşıyor.
İkincisi, “Memuriyet bir hizmetkârlıktır, bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil.”[14]
Üçüncüsü, “Mü’min, mü’mine karşı bir binanın kenetlenmiş taşları gibidir.” Biri oynadığı zaman diğerlerinin de oynamasına sebep olur.[15]
Kanun-u Esasinin birincisi olan “Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz.”[16] Ayeti aynı düşünceye, aynı cemaate ve cemiyete mensup fertler içinde de geçerlidir.
İslâmiyet’in hayat-ı içtimâîyeye dair üçüncü kanun-i esasîsi olarak beyan edilen hadis-i şerif ile olay bir nevî cüzden külliye geçiyor. Hz. Üstad, hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı, dâhildeki adaveti unutmak ve tam tesanüd etmenin gerekliliğine dikkat çekiyor ve şöyle diyor: “Hâlbuki benlik, hodfüruşluk, gaddar siyasetten gelen tarafgirane bir tavır ve düşünce içerisinde olan kişiye şeytan gibi birisi yardım etse ona rahmet okurken, muhalif gördüğü kişiye yardım eden melek dahi olsa ona lânet okutur. ” Şahsî hayatımızda zaman zaman aynı olayları ve halet-i ruhiyeleri yaşayabiliyoruz.
Bediüzzaman hazretleri, siyasetin bu çirkin yüzünden dolayı siyaseti terk ettim, şeytandan kaçar gibi siyasetten kaçıyorum, uzak durdum diyor.
“Dünyaya niye bakmıyorsun?” sorusu karşısında sosyal hayatta hakkaniyetli bir duruş için hem önemli dersler verir hem de önemli uyarılarda bulunur.
Hem bir idareci, hem insaniyet-kübra olan İslâmiyet’e mensup her bir mü’min; İslâmiyetin toplum hayatına dair ikinci kanun-i esasinde açıklandığı üzere; kendisini, hangi konumda olursa olsun, bir hizmetkâr olarak görmeli, her zaman hakkı gözetirken, kendisi için istediğini kardeşi, dostu ve kendisinden farklı düşünen bir kişi için de isteyebilmeli. [17]
Bu makaleyi, İslam’a ışık tutmuş güzel insanların şu veciz ifadeleriyle bitirmek istiyorum: ‘İnsanlar, ya dinde kardeşin ya da hilkatte (aynı Allah tarafında yaratılışlık yönünden) eşindir.’ diyen Hz. Ali (r.a)’a
“Sevgi varken nefret niye, / Barış varken savaş niye/ Kardeşlik varken didişmek niye / Dostluk varken düşmanlık niye / Hoşgörü varken bağnazlık niye,/ Özgürlük varken tutsaklık niye, / Adalet varken, haksızlık niye?” diyen Hacı Bektaşi Veli hazretlerine,
“Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada bir din kardeşimin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır; onun ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben duyarım. Bir kalpte hüzün varsa, o kalp benim kalbimdir.” diyen Ebu’l-Hasan Harakânî’ye kulak verelim.
Gönüllerimizde herkesin oturacağı birer sandalye hazırlayalım. Unuttuğumuz kardeşliği, birlik ve beraberliği yeniden keşfedelim ve hayatımıza hayat kılalım.
“Birlikte kuvvet vardır. Anadolu’nun gönül sultanlarının dediği gibi; ‘Bir olalım diri olalım.” Allah biriliğimizi bozmasın...
[1] 33 / Ahzâb – 21
[2] Âl-i İmrân Sûresi, 3.134
[3] Mektubat 22. Mektup
[4] Enfâl Sûresi, 8.46.
[5] Mâide Sûresi, 5:2.
[6] Emirdağ Lâhikası, s. 870
[7]Lemaat
[8] Yirmi Sekizinci Mektup, Birinci Nokta
[9] Divan-ı Harb-i Örfi
[10] Tarihçe-i Hayat, 73
[11] Buharî, Îmân
[12] Kastamonu Lâhikası, s. 88-89 Yenasya Neşriyat
[13] En'âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer Sûresi, 39:7
[14] El-Mağribî, Câmiu’ş-Şeml, 1:450, Hadis no: 1668; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463.
[15] Buharî, Salât: 88; Edeb: 36; Mezâlim: 5; Müslim, Birr: 65; Tirmizî, Birr: 18; Nesâî, Zekât: 67; Müsned, 4:405
[16] En’am Sûresi: 6:164
[17] Emirdağ Lahikası - 2 / Sayfa 530