Şimdi İttihad zamanıdır

Mehmet EVREN

Çok nazik dönemlerden geçiyoruz. Bu dönemler, karşılıklı fedakârlıklara ihtiyaç duyulduğu zamanlardır. Dünyevi hadiselerin, makam ve mevkilerin mü'mini mü'mine kırdırmaması gerekir. Aslında mü'minin mü'mine kırılmaya hakkı yoktur. Çünkü “mü'minin şe’ni, gereği, özelliği kerîm, cömert ve ikram sahibi olmaktır.” Her konuda olduğu gibi, Yüce Allah; “Andolsun ki, Resûlullah'ta sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnek vardır.”[1] ayetiyle Kâinatın Efendisini örnek almamızı tavsiye buyurmaktadır. İsterseniz bu konuda “Asr-ı Saadete giderek” Resûlullah’ın (asm) yaşadığı ve günümüze ışık tutacak kritik, hassas bir olayı birlikte değerlendirmeye çalışalım:

Belki birçoğumuz biliriz: Hendek Savaşı, gerek siyasi ve gerek stratejik ve taktik bakımından diğer savaşlardan farklılık arzeden bir savaştır. Aynı zamanda Müslümanlar için önemli bir dönüm noktasıdır. Bu savaş, tek veya belli bir düşmana karşı değil, o gün itibariyle Arap yarımadasında bulunan bütün düşman guruplarına karşı yapılan bir savunma savaşıdır. Bu savaş, Müslümanlara düşmanlık eden ve onlara karşı tek başına başarılı olamayacaklarını anlayan Yahudiler, Kureyş ve diğer Arap kabilelerini bir araya getirmiş olmasıyla ayrı bir önem arz etmektedir.

Resûlullah (asm), Arap yarımadasında bulunan bütün düşman kuvvetlerin Müslümanlara karşı ittifak etmeleri haberini alınca sahabeleriyle bir istişare toplantısı yapar; yapılan bu istişarede sonucunda Selmân-ı Farisi’nin Medine’nin süvari birliklerinin hücumuna açık bulunan kuzey kısmında bir hendek kazılma fikri kabul görür ve derhal zaman kaybetmeden kazma işine başlanır. Ancak Peygamber Efendimiz (asm), bu esnada mü'minler arasında çıkabilecek en küçük bir sürtüşmeye bile meydan verilmeyeceğini buyurdu. Çünkü bir an önce elbirliğiyle hendeğin kazılması ve hızla bitirilmesi gerekiyordu. Bu yüzden Şair Kâb bin Malik ile Hassan bin Sabit’e, hiç kimse hakkında ileri geri konuşulmaması ve kimse hakkında şiir söylenmemesi uyarısında bulunmuştu. Ola ki, şairlik damarıyla birilerine sataşabilir ve şiir yoluyla atışmaya girebilirler, bu da bir tatsızlığa ve kırgınlığa yol açabilir ve hendeğin gecikmesine sebep olabilirdi. Hz. Muhammedin de (asm) bizzat çalışarak Müslümanların fedakâr gayretleriyle birkaç hafta içinde hendek kazma işi tamamlanmış oldu.

Allah Resulü (asm), ayrıca konunun hassasiyetine binaen:

-Hiç kimse arkadaşının kırıcı sözüne kızmayacak, darılmayacak, diye emir çıkararak Müslümanları büyük bir fedakârlık ve hoşgörüye davet etmişti. Onun bütün düşüncesi; hep düşmanın şehrin kapılarına dayandığı o hassas ve nazik dönemi, sabır ve metanetle aşmaktı. “Çünkü birbirleriyle uğraşanlar müsbet hareket edemezler. Hayırlı, işlerin çok muzır manileri olur.” düşüncesinden hareketle küçük bir kırgınlık ve ayrılığın, Müslümanlar arasındaki dayanışmanın zedelenmesine sebep olabilirdi. Bu da hendek kazma işinin gecikmesine ve düşmanın Medine'yi istilâ etmesine yol açabilirdi. Mü'minin, mü'min kardeşinden gelen bir kötülüğe sabredip affetmekle karşılık vermesi, büyük bir fazilettir. Ancak düşman tehlikesinin İslâm birliğini tehdit ettiği böyle nazik dönemlerde, bu tarz bir hareket artık fazilet olmaktan çıkar, herkes için zorunlu bir görev halini alır. Böyle kritik zamanlarda mü'minler birbirlerinin kusurları ile uğraşmayı, haklı bir sebeple bile olsa, birbirlerinden incinip darılmayı bir tarafa bırakmak zorundadırlar. Çünkü aksine bir davranış, İslâmiyet’e büyük bir zarar vereceği gibi, ‘farkında olmadan düşman kuvvetine yardım etme ihtimali var.’

Onun içindir ki “İçtimai (sosyal) hayat açısında, müminin mümine inat, hased ve tarafgirlikte bulunması son derce zararlı bir maraz ve hastalıktır. Böyle bir durumda her zaman ehl-i hak zararlı çıkmıştır. Ayrıca ehl-i hakkın görevi her zaman ikram edici, cömert ve soğukkanlı olmaktır. Kur’an-ı Kerimde “Onlar (muttekîler), bollukta ve darlıkta (Allah için) infâk ederler (verirler) ve onlar öfkelerini yutanlardır ve insanları affedenlerdir. Ve Allah, muhsinleri sever."[2] Ayetiyle Cenab-ı Hak, müminleri hoşgörüye ve soğukkanlı olaya davet etmektedir. “Garazkârlık ve düşmanlık ederek, birbirinin tahribine çalışmak olan menfi ihtilâf, İslam nazarında kabul görmemiş, reddedilmiştir. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler” [3]

Allah korusun insanda nefis ön plana çıktığı zaman artık aklı ve şuuru dinlemez; akıl geri planda kalır. Haksız dahi olsa kendini haklı zanneder, benim hakkım var der. İşte burada artık insan bazen ne dediğini ne yaptığının farkında olamıyor. Böyle anlar, insanın hayatında en çok yanlış ve hata yaptığı ve topluma zarar verdiği anlardır. İnsanın hiddet ve sinirlilik anı geçtikten sonra durumun farkına varır. Fakat iş işten geçmiş olur. Çünkü artık yangın bacayı sarmış evi kül haline getirmiştir. Burada en çok zarar görenler ise işin başındakiler değil millet olur. Bu geçmişte böyle olduğu gibi şimdi de böyledir. Yüce Allah, böyle bir ihtilaf hastalığı anında merhem ve ilâç olarak; "İhtilâfa düşmeyin; sonra cesaretiniz kırılır, kuvvetiniz elden gider." Ayetiyle bizleri şiddetli bir şekilde ikaz edip uyarıyor. [4] "Birbirinizle iyilik ve takvâda yardımlaşın." [5] Ayetini de kendimize rehber edinmekle şahsiyetimizi unutup hissiyatımızı ayaklarımızın altına alarak, fedakârlıkta bulunmamızı emir buyurmaktadır.

Öyleyse böyle zamanlarda bir ve beraber olmak gerekiyor. Bir ve beraber olmanın yolu ise müsbet hareketten geçer.  O halde, müsbet hareket nedir?

Müsbet hareket: Gözetilen amaca veya beklenilen sonuca ulaşmak için, kırıp dökmeden Allah’ın rızasına uygun hareket etmektir. Olumsuzlukları değil, olumlu olan şeyleri nazara vermektir. “Menfi değil, müsbet hareket etmektir.” Cenab-ı Hakkın Hakîm ismine uygun yani mukteza-yı hale mutabık hareket etmektir. Hak ve hakikat namına fikir alışverişinde bulunmaktır. Hisler karışmadan olayların üzerine sabır ve soğukkanlılıkla gitmektir. Kısaca; sabır, şükür, hayır, adalet, muhabbet, ittifak, dostluk, kardeşlik, anlaşma, yardımlaşma, terakkî, tekâmül, insanın fıtratına uygun, olumlu şeylerin hepsine birden müspet hareket denile bilir.

Müsbet hareket: “Rıza-yı İlâhiye uygun hareket etmek, iman hizmetini yapmak, vazife-i İlâhiyeye karışmamak, asayişi muhafaza etmek, sabır ve şükür içinde olmaktır.”[6] Çünkü “İslâmiyet, selm (barış, sulh).ve müsalemettir; (karşılıklı barış içinde olmak) dâhilde nizâ (çekişme ve kavga) ve husumet (düşmanlık) istemez" [7] “Dostlar müteyakkız davranmalı, tâ dostların lâkaytlıklarından ve gafletlerinden, zındıka taraftarlarının istifade etmesine” [8] meydan vermemektir.

Çünkü “Müsbet hareket birlik ve beraberlikle sağlanır. Birliği sağlamak için de kanun hâkimiyetini sağlamak ve hukukun üstünlüğünü temin etmekle mümkündür. Hukuk karşısında eşitliğin olmadığı ve imtiyazların bulunduğu bir yerde birlik ve eşitlik yasalarla bozulmuş olur. Haksızlık yasalarla yasal hale getirilmiş olur. Bu durumda birliğin sağlanması da mümkün olmaz.”

“İttihad, herkesin aynı muâmeleye tabi tutulması yani bir şah ile bir gedanın yani bir padişah ile bir dilencinin aynı haklara sahib olması ile olabilir. [9] “Bir mâden-i hayat-ı içtimaiyemiz (sosyal hayatımızın kaynağı) olan ittihad-ı millet, (milletin birliği) ref-i imtiyazdan (ayrımcılığın, kayırımcılığın kaldırılmasından) başka ne ile olur?” [10]

Bediüzzaman Hazretleri; “Sakın, sakın, dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalâlet fırkalarına karşı perişan etmesin Allah için sevmek, Allah için buğz etmek."[11] Rahmânî düsturumuz olsun. Yoksa (el-iyazü billâh) bu zamanda siyaset, kalbleri ifsad eder ve asabî ruhları azap içinde bırakır. Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen veya bedenen gelen musibetten hissedardır, azap çekiyor, perişandır.” [12] dedikten sonra:

Şimdi bir ve beraber olmaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.  Çünkü bizi birbirine bağlayan o kadar güçlü ve manevi bağlarımız var ki; değil bizi, belki küreleri dahi birbirine bağlayacak kuvvette bağlarımızın” olduğunu söyler.

Evet, ifsat ve zındıka komiteleri bizleri aldatmasın karşımızda pusuda bekleyen ve ayrılıklara zemin hazırlayan dehşetli komiteler var, onların işlerini kolaylaştırmayalım….

Peygamber Efendimizin (a.s.m): “Allah birdir, biri sever” hadis-i şerifini sıklıkla hatırlamaya çalışalım. “Bir olan dininin temsilcileri olarak “kâlû belâdan” beri beraberiz ve yine beraber kalacağız inşallah. Allah birliğimizi bozmasın ve bozmaya çalışanlara müsaade etmesin!”

Osmanlı devletindeki kardeş kavgalarının çıkmasına ve Osmanlıyı parçalamaya çalışan ifsad hareketinin arkasında Bizansın olduğunu göz ardı etmemek gerekir. Bu tür faaliyetlerin tarihimize "Bizans oyunları" olarak geçtiğini birçoğumuz bilir. Aynı güçler, mezhep ve inanç farklılıklarını alet ederek Osmanlı Devletinde derin yaraların açılmasına sebebiyet vermişti. Bu yaraların daha da büyümemesi için, devrin idarecileri kavli ve fiili dualarla ciddi tedbirler almaya çalıştı. Nitekim güzel sonuçlar alındı. Bu ayrılık yaralarını saranlardan biri de “dünya bir padişaha az, iki padişaha çoktur.” diyen Yavuz Sultan Selim Handır. Yavuz, bütün gücüyle, ülkenin birliği, beraberliği ve huzuru için fitnelerin önüne geçmeye çalıştı. Cenab-ı Hak da onun bu samimiyetinden dolayı Osmanlının birliğine vesile kıldı. Ve bir şiirinde:

“Milletimde ihtilâf ü tefrika endîşesi
Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni
İttihâdken savlet-i  a’dâyı def’a çâremiz,
İttihâd etmezse millet dağ-dâr eyler beni. “

Yani; milletimde anlaşmazlık ve ayrılık endişesi, kabirde olsam bile beni rahatsız eder. Düşman saldırılarını def edecek tek çaremiz ittihad etmektir. Şayet bu millet ittihad etmezse gönlümü derinden yaralar diyerek devletin birlik ve beraberliği için ızdırabını dile getirir.

Osmanlının topraklarını paylaşmak için sinsi plânların çevrildiği son dönemde Osmanlı milleti, yine çoğu iç ve dış kaynaklı entrikalara maruz kalmış ve "böl-parçala-yut" taktiğiyle sinsi emellerine ulaşmıştı. Devleti yıkmak, Anadolu’ya hâkim olmak istedikleri zorlu Millî Mücadele yıllarında yine tefrika hastalığı birlik ve bütünlüğü kemirmeye devam etmiş. Var olma mücadelesinin verildiği bu dönemde, durumun hassasiyetini gören İstiklâl Marşı şairimiz merhum Mehmet Akif Ersoy yöneticileri ve milleti şu mısralarıyla uyarmıştı:

"Girmeden tefrika bir millete düşman giremez.
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez."

İslâm tarihinin geçmişe dönük sayfalarını araladığımızda benzer olayların çokça yaşandığını görmekteyiz. Dört Halifenin son dönemiyle başlayan ve halen devam eden bölünmelerin zararlarını İslam dünyasıyla birlikte halen yaşamaktayız. Şark milletlerinin karakteristik bir özelliği olan bu tefrika hastalığı, aynı din ve aynı millete mensub olan insanları ne yazık ki zaman zaman savaş meydanlarında karşı karşıya getirdiğini görmekteyiz.

“Cenab-ı Hak bizleri Hz. Âdem ile Havva annemizden yani bir ana ve babadan yarattı. Sonra birbirimizle tanışıp kaynaşalım diye bizleri kabile kabile kıldı. Bizi farklı farklı yarattı, farklı yerlerde, farklı dillerde, farklı renklerde, farklı zamanlarda yarattı ama kitabımızı, kıblemizi, peygamberimizi bir kıldı, bizi birbirimizle kardeş yaptı. Kitabında ‘Bütün müminler kardeştir’ dedi, bizim kardeş olduğumuzu vurguladı. Âlemlere rahmet olarak gönderdiği Habibine bizleri ümmet eyledi. O rahmet peygamberi, bizim için; ‘Sizler tek bir ümmet, tek bir milletsiniz’ dedi. Onun ashabı o güneşin etrafında birer yıldız gibi tek vücud olup, insanlığa ışıklar saçtı. Onların bu davranışları, Yüce Allah’ın hoşuna gitti; onun için Kitabında; ‘Onlar, kendileri muhtaç oldukları halde kardeşlerinin nefislerini kendi nefislerine (makamda, mevkide, malda, mülkde ve zenginlikte) tercih ederler” (Haşir Sûresi, 59/9) ayetini indirdi.

Bediüzzaman; “Bu zaman, ehl-i hakîkat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil, cemaat zamanıdır, birlik beraberlik zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı manevîye göre olur. Ferdî şahısların dehası, ne kadar harika da olsalar, ehl-i dalaletin cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevî dehâsıyla hücumuna karşı mağlûp düşebilir.”[13] hatırlatmasında bulunur.

Ayrıca “merhum başbakan Adnan Menderes’e ve dindar demokratlara gayet kısa birkaç esası, beyan ediyorum” diyerek, İttihadı bozan ifsad komitelerine karşı tedbirli olmaları için İslâmiyet’in temel esaslarından ve sacayağı hükmünde olan şu üç hususa dikkatleri çekmişti:

Birincisi: İslâmiyet'in pek çok kanun-u esasîsinden (anayasasından) birisi:   [14] âyet-i kerimesinin hakikatidir ki; “birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mes'ul olamaz.”  Hâlbuki şimdiki siyaset-i hazırada particilik taraftarlığı ile bir câninin yüzünden pek çok masumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden, taraftarları veyahut akrabaları dahi şeni' (çirkin) gıybetler ve tezyifler edilip (aşağılanıp), bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup, kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor. Bu ise hayat-ı ictimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır. İran ve Mısır'daki hissedilen hâdise ve buhranlar, bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. * Fakat onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa, pek dehşetli olur.

Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, masumları himaye için, cânilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır. Hem emniyetin ve asayişin temel taşı, yine bu kanun-u esasîden geliyor: Meselâ: Bir hanede veya bir gemide bir masum ile on câni bulunsa, hakikî adaletle ve emniyet ve asayiş düstur-u esasîsi ile o masumu kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve haneye ilişmemek lâzım; ta ki masum çıkıncaya kadar.

İşte bu kanun-u esasî-i Kur'anî hükmünce, asayiş ve emniyet-i dâhiliyeye ilişmek, on câni yüzünden doksan masumu tehlikeye atmak, gazab-ı İlahînin celbine vesile olur. Madem Cenab-ı Hak, bu tehlikeli zamanda bir kısım hakikî dindarların başa geçmesine yol açmış. Kur'an-ı Hakîm'in bu kanun-u esasîsini kendilerine bir nokta-i istinad ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini, zaman ihtar ediyor.

İslâmiyet'in ikinci bir kanun-u esasîsi şu hadîs-i şeriftir:  [15] hakikatıyla, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil. Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin za'fiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp, bir hâkimiyet ve müstebidane bir mertebe tarzına getirdiğinden; abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet adalet olmaz, esasıyla da bozulur ve hukuk-u ibad (kul hakkı) da zîr ü zeber (alt üst) olur. Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçemiyor ki, hak olabilsin; belki nefsanî haksızlıklara vesile olur.[16]

İslâmiyet’in hayat-ı içtimâîyeye dair üçüncü kanun-i esasîsi olarak beyan edilen hadis-i şerif ile olay bir nevî cüzden külliye geçiyor.

Hz. Üstad, hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı, dâhildeki adaveti unutmak ve tam tesanüt etmenin gerekliliğine dikkat çekiyor ve şöyle devam ediyor: “Hâlbuki benlik, hodfüruşluk, gaddar siyasetten gelen tarafgirane bir tavır ve düşünce içerisinde olan kişiye şeytan gibi birisi yardım etse ona rahmet okurken, muhalif gördüğü kişiye yardım eden melek dahi olsa ona lânet okutur.” Zaman zaman gerek şahsî hayatımızda ve gerek toplumda aynı şeyleri yaşayabiliyoruz.

Bediüzzaman hazretleri, siyasetin bu çirkin yüzünden dolayı “şeytandan kaçar gibi siyasetten kaçıyorum” diyerek siyasetin bu yününü terk ettim, uzak durdum diyor.

Bediüzzaman hazretleri: “Dünyaya niye bakmıyorsun?” sorusu karşısında hakkaniyetli bir duruş sergileyerek, önemli dersler ve uyarılarda bulunur.

Dolayısıyla, hem bir idareci, hem insaniyet-kübra olan İslâmiyet’e mensup her bir mü’min; İslâmiyet’in toplum hayatına dair ikinci kanun-i esasinde beyan edildiği üzere; kendisini, hangi konumda olursa olsun, bir hizmetkâr olarak görmeli, her zaman hakkı gözetirken, kendisi için istediğini kardeşi, dostu ve kendisinden farklı düşünen bir kişi için de isteye bilmeli.

Bu makaleyi, İslam’ın yıldızları olmuş güzel insanların şu veciz ifadeleriyle bitirmek istiyorum: ‘İnsanlar, ya dinde kardeşin, ya da hilkatte yani aynı Allah’ın yaratığı olması yönünden kardeşindir’ diyen Hz. Ali (r.a).

“Sevgi varken nefret niye, / Barış varken savaş niye/ Kardeşlik varken didişmek niye / Dostluk varken düşmanlık niye / Hoşgörü varken bağnazlık niye,/ Özgürlük varken tutsaklık niye, / Adalet varken, haksızlık niye?” diyen Hacı Bektaşi Veli hazretlerine

“Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada bir din kardeşimin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır; onun ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben duyarım. Bir kalpte hüzün varsa, o kalp benim kalbimdir.” diyen Ebu’l-Hasan Harakânî’ye kulak verelim.

Gönüllerimizde herkesin oturacağı birer sandalye hazırlayalım. Unuttuğumuz kardeşliği, birlik ve beraberliği yeniden keşfedelim ve hayatımıza hayat kılalım.

“Birlikte kuvvet vardır. Anadolu’nun gönül sultanlarının dediği gibi; ‘Bir olalım diri olalım.” Allah biriliğimizi ve beraberliğimizi bozmasın... Amin!

[1] 33 / Ahzâb – 21
[2] Âl-i İmrân Sûresi, 3.134
[3] Mektubat 22. Mektup
[4] Enfâl Sûresi, 8.46.
[5] Mâide Sûresi, 5:2.
[6] Emirdağ Lâhikası, s. 870
[7]Lemaat
[8] Yirmi Sekizinci Mektup, Birinci Nokta
[9] Divan-ı Harb-i Örfi
[10] Tarihçe-i Hayat, 73
[11] Buharî, Îmân
[12] Kastamonu Lâhikası, s. 88-89 Yenasya Neşriyat
[13] Said Nursi, Emirdağ Lahikası, 2. Cilt 97. Mektup
[14]   En'âm Sûresi: 6:164; İsrâ Sûresi: 17:15; Fâtır Sûresi: 35:18; Zümer Sûresi: 39:7.
[15] "Milletin efendisi, onlara hizmet edendir." el-Mağribî, Câmiu'ş-Şeml, 1:450, Hadis no: 1668; el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 2:463.
[16]  Emirdağ Lahikası - 2  /  Sayfa 530, En'âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer Sûresi, 39:7, En’am Sûresi: 6:164

* İran’da Meşrutiyet hareketleri Osmanlı Devleti ile aynı döneme rastlamaktadır. (1905-1911) Meşrutiyet hareketleri İran halkının tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak halkın yönetime katıla bildiği “Anayasa Hükümet” kavramını getirmiştir.   İran’da ortaya çıkan pek çok parti ve grupların partizanca ve tarafgirane mücadeleleri dış müdahalelere zemin hazırlamıştır. Önce Kuzeyde Rusya, Güney ve petrol bölgesi olan körfezde İngilizlerin nüfuz alanı haline gelmiştir. Ruslar ile İngilizlerin çıkarlarına karşı Alman ajanları da İran’da taraftar bulmak için faaliyet göstermekteydiler. Daha sonra ABD ’de bölgede önemli bir nüfuza sahip olmuştur. Bahsi geçen ülkelerin İran’daki çıkarları sonucunda gruplar arasında sokak hâkimiyeti çatışmaları İran’ı istikrarsızlığa sürüklemiştir. 1979 Humeyni liderliğindeki devrim ile de İran yeni bir kimliğe bürünmüş ancak iç müdahaleleri halen dinmiş değil.

Mısır’da da Abdunnasır ve İhvan-ı Müslimin yani İslam kardeşleri hareketi, Kral Faruk’un devrilmesiyle Mısır’da meydana gelen karışıklıklar. Ne yazık ki onalar da halen dinmiş değil. 

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.