Algı çok farklı düzeylerde tezahür eder ve anlatımın sayısız türde dili vardır. Bir varlık, var olduğu sürece, varolduğu varlık düzleminde çeşitli şekil ve tarzlarda algılanır. Bu algı ve anlatım çeşitliliğine iletişim dünyası denilebilirse eğer; bu dünyanın temel iki unsuru olan yönelen ve yönelinen arasındaki iletişim her şekilde bir ‘dil’ ile gerçekleşir. Varlık, var olarak ve o varlığa yönelen başka bir varlık da bunu tespit ederek dil örgüsünü başlatırlar. Ferdinand de Saussure’ün dediği gibi: Dil bir töz değil, bir biçimdir.
Kâinatta en yaygın şekilde ortaya çıkan ve yeniden ve yeniden üretilen şey ‘dil’dir, biçimdir yani. Kâinatın yapılmak maddesi esasında aynıdır. “O her an bir iş üzerinedir” ayeti kerimesinde belirtilen “iş” kavramının yaratmayı ifade ettiği açıktır ve burada yaratmanın karakterine de vurgu yapıldığı nazarlardan kaçar. Yaratma fiilinin en kritik noktası yaratılan her bir birey arasında bir ilişki düzeyi oluşturmaktır. İlişki oluşturulamamışsa yaratma da eksik kalmış demektir. Kutsal kitaplar, kâinatta cari olan bu ilişki düzeylerinden haber verir ve “bakmazlar mı, görmezler mi…” diyerek dil ile inşa edilmiş bu “anlamlar” düzeyine işaret eder. Bakmak ile elde edilen “görüntü” dilin en yüksek ve parlak düzeyini oluşturur. Bu parlak düzey aynı zamanda sakıncalara açıktır, çünkü görüntü her zaman aldatıcıdır.
Görüntünün kendini ifade edişi farklı şekilde gerçekleşir. O, kendisine yönelinmeye ihtiyaç duyar. Ses ve koku her yönden algılanabildiği halde görüntü gözün veya hayalin ufkuna girerse görülebilir. Koku, sıcaklık-soğukluk gibi bulunulan ortama daha fazla dayalı olan göstergeler anlamı, algıyı ve iletişimi olgunlaştıran a’razi faktörlerdir. Bu bağlamda sinema için, tüm diğerlerinden farklı olarak, şimdilik kaydıyla, anlam düzeyini en geniş bir perspektife yaymaya fırsat tanıyan tek sanat dalıdır denilebilir.
Böylesine geniş bir fırsat sunan sinema için, fiziksel ve teknolojik imkân düzeyi bir yana, yeterli düzeyde sanat zevki, dil zekâsı ve hayal kıvraklığı da gereklidir. Bütün bunlar yeterince bulunduğu zaman ortaya bir şölen çıkabilme imkânı vardır.
Sinemanın dar alanda Türkiye’de gösterdiği seyir farklı biçimlerde tezahür eder. Batılılaşma için iyi bir enstrüman olarak algılanmak, sinemanın bir talihsizliği olmuştur bu ülkede. Batılılaşma taraftarlarının hor ve yobazca kullandıkları bir sanat olarak sinema, dindar kesimler için yetersiz ilmihal düzeyinden kaynaklanan bir ilgisizliğe hatta olumsuz tepkilere maruz kalmıştır. Bu olumsuz tepkinin güdülendiği kaynak bir ikileme denk düşer ki; bu, insan fiiline taalluk eden sanatın, bir yaratım mı yoksa bir taklit mi olduğudur.
Kurgu ile gerçek arasındaki farkın kapanamaz oluşu, özellikle gerçek şahsiyetlerin, tarihi olayların, kutsal metinlerin vs.nin anlatıldığı filmlerde ortaya çıkar. Özellikle metinler vasıtasıyla kitlelere ve sonraki kuşaklara aktarılan tarihsel olguların, yaşandıkları zamana gidilip, olduğu gibi sinemaya aktarılmaya çabalanması sinematografinin en kritik noktasını oluşturur. Metinler üzerinden algılanmış ve bir miras olarak tevarüs etmiş şahsiyetler ve düşüncelerin insanlarda oluşturdukları izlenim çoğu zaman muhabbet veya nefret gibi duygularla, zamanın ve mekânın durumuna (algısına) göre, tamamen keyfi olarak değişime uğratılır ve bir fikir örgüsü oluşturulur. Algının böylesine bir şekil değişikliğine tabi tutulması, gerçeğin kurguya dönüşümünün en yaygın formunu oluşturur.
Sinemanın senaryoya odaklı anlatımı kurgu ile gerçekliğin arasında bir seçime yol açar ve bir karar verilmesine, önkabulleri belirlemeye sevk eder. Çünkü çağdaş anlatıcılardan biri olarak yönetmen kendi kelimelerini, bakışını, algısını kullanmak durumundadır. Gerçek kişilerin, tarihi olayların ve kutsal metinlerdeki hakikatlerin anlatıldığı filmler, kurguya –diğerlerine oranla- oldukça az fırsat veren yapıdadırlar ve bu “sanatsal” tercihlerin hep tebei kalmasına yol açar. Çünkü bu tip filmlerden sanatı ön plana çıkarmaları değil, hakikat veya inanılan şey olarak gerçeği vurgulamalarının bekleneceği düşünülür. Yani bu tip filmlerin kaderi, sıklıkla görülür ki, propogandaya ve sosyolojik bir enstrümana dönüşmektir. Çıplak haliyle tam bir propoganda ve tespit unsuru olan hakikat; içine hayal gibi unsurlar katılarak ortaya konmaya çalışıldığında kurguya yanaşır ve artık itirazların baş gösterdiği görülür. Zevk olgusunun yeterince gelişmediği beyinlerin, sanatın tüm değiştirici ve farklılaştırıcı unsurlarını hakikatten sıyırmayı beceremedikleri bir kez daha ortaya çıkar. Tartışmalar hep sevilen muhayyel veya gerçek kişi ya da olay üzerinde yoğunlaşır. Didik didik eden tarafgir bakışlar, her karesinde gerçekliği talep eden kâsır fikirliler filmi paramparça ederler; büyük resim ve anlatılmak istenen ile filmin sinematoğrafyasına yedirilmiş yüzlerce hakikat böylelikle görünmez olur; güzellikler flulaşır.
Seyirci tarafından gerçekleştirilen bu flulaştırmanın en çarpıcı örnekleri Türkiye’de bir kesimin oluşturmaya çalıştığı sinema dilini ifade için kullanılan “Beyaz Sinema” seyircisinde ve muhaliflerinde görülebilir. Genelde yakın tarihimizde “müstazaf” ve “mazlum” olarak tavsif edilen karakterlerin anlatıldığı; özellikle Yeşilçam’ın hem bayağı hem kötü olarak izleyicisine sunduğu insan tiplerinin konu edildiği filmlerin kaderi propaganda düzeyini aşamamak şeklinde olmuştur. Zira sanat zevkinin oluşmasını mümkün kılacak bir düzeyde sorgulama henüz yapılmamış, yeterli denecek çeşitlilikte film çekilememiştir. Seyirci henüz bilinçli bir şekilde talep eden bir seviyeye ulaşamamıştır. Beyaz Sinema’nın en mühim faktörü, belki de, hayatta hiç sinemaya gitmemiş kişileri salonlara çekmeyi becerebilmiş olmasıdır.
Şu günlerde gösterimde bulunan “Hür Adam” filmi dolayısıyla bir kez daha ortaya çıkan bir durumu ortaya koymak gerekir. Senaryonun, kurgunun ve dilin gereklerini hakikatte yaşanmış olaylardan ayıramayan ve bir filmi zevkle izlemeyi tercih etmek yerine eleştirinin yıkıcı dilini kullanan bir gurup ile filmin sosyolojik işlevini öne çıkartarak sanat zevkini ve tarihsel algıyı tahfif eden başka bir gurup arasında yaşanan çekişme bir yana; filme Bediüzzaman ile rejimin ikonaları arasında yaşanmış hadiselerin gerçekliğini tartışan başka bir kesim var. Böylesi bir ortamda bir film çekmenin nelere mal olacağını görmek, şimdiki duruma uzaktan bakarak seyretmekle mümkündür. Bediüzzaman’ın filmini çekmek demek, ülkenin hemen bütün hassasiyetlerine neşterinizi vurmak zorundasınız demektir. Kamplaşmaların ne tipte olduğuna, birbirimizi algı düzeyimize, rejimin açmazlarına, muhaliflerin durumlarına, ülkedeki mevcut eğitim sistemine ve bir adalet düzlemi olarak cumhuriyetin uygulanış biçimi gibi yüzlerce probleme yüzünüzü çevirmek demek olacaktır.