Finansal krizleri doğru şekilde tahmin ettiği için “Kriz Kâhini” unvanını alan Nouriel Roubini, Marksizm’in kurucusu Karl Marks’ın kapitalizm eleştirilerinin, yaşanan son krizde haklı çıktığını söylemişti. Şöyle diyordu:
-Marks haklıydı. Kapitalizm, bir noktada kendi kendini imha edebilir.
Roubini, kapitalizm karşıtı birçok teorinin sahibi Marks’ın, “kapitalizmin krize neden olacak kendi iç çelişkileri bulunduğunu, bunun da ekonomik sistem üzerinde baskı meydana getirdiğini” ifade ederek, “Şu anda yaşan küresel finansal krizde, ellerine az para geçtiği için az harcayan tüketiciler, bunun yanında bir de maliyetleri azaltma, tasarruflarını arttırma ve nakit biriktirme yönünde de hareket ettikleri için şirketlerin kazançlarının daha da azalması yönünde etkilediğini” söylemişti. Peki, kapitalizm eleştirisi konusunda hak verebileceğimiz Roubini acaba Marksizm’i savunurken haklı mıydı?
Kapitalizm’in çökeceğini Bediüzzaman da öngörmüş, fakat Marks’ın sınıfsız toplumunun aksine “malikiyet ve serbestiyet devrinin” geleceğini söylemiştir.Bediüzzaman, “ecir dönemi” adını verdiği kapitalizmde suiistimallerin o derece aşırı seviyelere vardığını “bir sermayedar, kendi yerinde oturup, bankalar vasıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir biçare amele (işçi veya ücretli) sabahtan akşama kadar, tahtelarz (yeraltında) madenlerde çalışıp kut-i lâyemut (ölmeyecek kadar) derecesinde on kuruşluk bir ücret kazanıyor” şeklinde örnek vererek izah etmiştir.
“Beşer (insanlık) edvarda (eski devirlerde) esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecir olmuştur; onun yükünü çeker, onu da parçalıyor” diyen Bediüzzaman’a, şimdi siyasetçiler de sahip çıkarak sosyalist düşünce ile paralellikler kurmaya çalışmaktadırlar. HDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder bazı İslâmcı düşünürlerin eşitlikçi ve mülkiyet karşıtı fikirlerinden yola çıkarak “Bugün, çözüm için Bediüzzaman, bir aydın, bir öncü olarak kabul edilebilir” diyebilmektedir.
22. Lem’a’da Bediüzzaman; insanlığın yaratılış hikmetinin müsâvât-ı mutlaka (tam bir eşitlik) kanununa aykırı olduğunu ifade ederek, insanın duygularına ve kuvvelerine bir sınır konulmadığını, serbest bırakıldığını, bu sayede binler nevîleri sümbül verdiğini söylemiştir.
Müsâvât-ı hukuk mesleğini yani hukuk önünde eşit olunması gerektiğini savunan Bediüzzaman, Marksistlerin öngördüğü sınıfsız toplum anlayışının yaratılış kanunlarına aykırı olduğunu Risale-i Nur Külliyatı’nın muhtelif yerlerinde izah eder.
Cumhuriyet kanunlarının eşitlik esasına dayandığını iddia ederek kendisine “hocalık” unvanını çok görerek “şimdiki hükûmetin kanununda, vazife haricinde bir meziyeti, bir fazileti kendine takıp, onunla bir kısım millete tahakküm edip nüfuzunu icra etmek, müsavat esasına istinad eden cumhuriyetin bir düsturuna münâfîdir. Sen neden vazifesiz olduğun halde elini öptürüyorsun? Halk beni dinlesin diye hodfuruşane bir vaziyet takınıyorsun?” diye sorarlar. Bediüzzaman ise şu cevabı verir:
Kanunu tatbik edenler evvelâ kendilerine tatbik ettikten sonra başkasına tatbik edebilirler. Siz kendinize tatbik etmediğiniz bir düsturu başkasına tatbik etmekle, herkesten evvel siz düsturunuzu, kanununuzu kırıyorsunuz ve karşı geliyorsunuz. Çünki bu müsavat-ı mutlaka kanununun bana tatbikini istiyorsunuz. Ben de derim: Ne vakit bir nefer, bir müşîrin makam-ı içtimaîsine çıkarsa ve milletin o müşîre karşı gösterdikleri hürmet ve teveccühe iştirak ederse.. ve onun gibi, o teveccüh ve hürmete mazhar olursa veyahût o müşîr, o nefer gibi âdîleşirse ve o neferin sönük vaziyetini alırsa.. ve o müşîrin vazife haricinde hiçbir ehemmiyeti kalmazsa.. hem eğer, en zeki ve bir ordunun muzafferiyetine sebebiyet veren bir erkân-ı harb reisi, en aptal bir neferle teveccüh-ü ammede ve hürmet ve muhabbette müsavata girerse; o vakit sizin bu müsavat kanununuz hükmünce bana şöyle diyebilirsiniz: "Kendine hoca deme! Hürmeti kabul etme! Faziletini inkâr et! Hizmetçine hizmet et! Dilencilere arkadaş ol!"
Yine sorarlar: “Bu hürmet ve makam ve teveccüh, vazife başında olduğu vakte mahsustur ve vazifedarlara hastır. Sen vazifesiz bir adamsın; vazifedarlar gibi milletin hürmetini kabul edemezsin!”
Cevabında:
“Eğer insan yalnız bir cesedden ibaret olsa.. ve insan dünyada lâyemûtâne daimî kalsa.. ve kabir kapısı kapansa.. ve ölüm öldürülse.. o vakit vazife yalnız askerlik ve idare memurlarına mahsus kalırsa; sözünüzde dahi bir mânâ olurdu. Fakat madem insan yalnız cesedden ibaret değil. Cesedi beslemek için; kalb, dil, akıl, dimağ koparılıp o cesede yedirilmez. Onlar imha edilmez. Onlar da idare ister.
Ve madem kabir kapısı kapanmıyor ve madem kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal her ferdin en mühim mes'elesidir. Elbette milletin itaat ve hürmetine istinad eden vazifeler, yalnız milletin hayat-ı dünyeviyesine ait içtimaî ve siyasî ve askerî vazifelere münhasır değildir. Evet yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir. Böyle bir vazifenin inkârı, ölümün inkâriyle ve her gün “el mevtü hakkun” dâvâsını, cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuzbin şahidin şehadetini tekzib ve inkâr etmekle olur. Madem mânevî hâcât-ı zaruriyeye istinad eden mânevî vazifeler var. Ve o vazifelerin en mühimmi, ebed yolunda seyahat için pasaport varakası; ve berzah zulümatında kalbin cep feneri; ve saadet-i ebediyenin anahtarı olan îmandır ve îmanın ders ve takviyesidir. Elbette o vazifeyi gören ehl-i mârifet herhalde küfrân-ı nîmet suretinde kendine edilen nîmet-i İlâhiyyeyi ve fazilet-i îmaniyeyi hiçe sayıp, sefihler ve fâsıkların makamına sukut etmeyecektir. Kendini, aşağıların bid'alariyle, sefahetleriyle bulaştırmıyacaktır!.. İşte beğenmediğiniz ve müsavatsızlık zannettiğiniz inziva bunun içindir.
İşte bu hakikatla beraber, beni işkence ile taciz eden sizin gibi enaniyette ve bu kanun-u müsavatı kırmakta firavunluk derecesinde ileri giden mütekebbirlere karşı demiyorum. Çünki mütekebbirlere karşı tevazu, tezellül zannedildiğinden, tevazu etmemek gerektir. Belki ehl-i insaf ve mütevazi ve âdil kısmına derim ki: "Ben felillahilhamd kendi kusurumu, aczimi biliyorum. Değil müslümanlar üstünde mütekebbirane bir makam-ı ihtiram istemek, belki her vakit nihayetsiz kusurlarımı, hiçliğimi görüp, istiğfar ile teselli bulup, halklardan ihtiram değil, dua istiyorum. Hem zannederim benim bu mesleğimi, benim bütün arkadaşlarım biliyorlar. Yalnız bu kadar var ki: Kur'an-ı Hakîm'in hizmeti esnasında ve hakaik-i îmaniyenin dersi vaktinde o hakaik hesabına ve Kur'an şerefine o makamın iktiza ettiği izzet ve vakar-ı ilmiyeyi ders vaktinde muhafaza edip, başımı ehl-i dalâlete eğmemek için, o izzetli vaziyeti muvakkaten takınıyorum. Zannederim, ehl-i dünyanın kanunlarının haddi yoktur ki, bu noktalara karşı çıkabilsin!”
Özetlemek gerekirse; mutlak müsavat yani tam bir eşitliğin mümkün olamayacağını Mareşal ile rütbesiz asker arasındaki farkı çarpıcı bir şekilde örnek göstererek ispatlayan Bediüzzaman, kendisine karşı gösterilen ilgi ve alakayı kıskanmamak gerektiğini ayrıca yukarıda izah edildiği üzere ifade eder.
Evet, dünyamız yeni bir çağın sancılarını yaşıyor. İnsanlar vahşet ve bedeviyet, kölelik, esirlik ve ecirlik (ücretlilik) dönemlerini yaşamış, son olarak malikiyet ve serbestlik asrına gelmiştir. Bundan sonra kartlar yeniden açılacak, ekonomik ve sosyal politikalar yeniden değerlendirilecektir.
Mutlak müsavat diyerek ortaya çıkan Sovyetler Birliği ve Kızıl Çin örnekleri insanlara mutluluk getirmemiş, kan ve kavgadan başka insanlığa bir şey bırakmamıştır. Kâğıt üstünde komünist olmasına rağmen Çin, kapitalizmin en vahşi şeklini uygulamakta, kendi çalışanlarını ucuz emek ile sömürmektedir. Rusya, komünizmi yıllar önce parçalanma pahasına zaten bırakmıştı.
Sonuçta tam bir eşitliğin mümkün olmadığı buna mukabil "hukuk önünde eşitliğin" kabul edilebileceği ortaya çıkmıştır. Marksistlerin bu duruma alışması için bir müddet zamana daha ihtiyacımız olduğu anlaşılıyor...