Bir insanın var sayılabilmesi, onun hareketine, hamiyetine; hareketin devamlı olması da şevkinin ve heyecanın devamına bağlı olduğu, tecrübe ile sabit görünüyor. "Ehl-i imanın, imanını muhafaza ve şüpehat ve evhamdan tedavi etmek gayret ve iştiyakını yüksek bir derece-i şefkatle hissetmek" ise, bu şevk ve heyecanın yönünü belirlemede ve bütün bunları diri tutmak da yüksek ve ulvî bir gaye-i hayalle mümkündür diye düşünüyorum.
Peki ne yapalım ki hatta hareketimiz ve bakış tarzımız nasıl olsun ki bizi, bu yüksek ve ulvî, hatta bu zamanın bir 'cihad-ı manevîsi' olan bu gaye-i hayale götürmede bineğimiz olan şevkimiz, tökezlemesin, sönmesin, ara sıra med-cezir yapmasın. Hatta bazen de geri gelmemek üzere bitip yok olmasın.
İnsan, her an şeytanın hileleri ve tuzakları ile karşı karşıya ve Peygamberimiz Aleyhisselamın bir an bile baş başa kalmaktan Rabbimize sığındığı nefsin de hücumları ile daima iç içe olduğu için, bu iki amansız düşmana karşı, bizi hizmete sevk edecek gayret ve iştiyakın diri kalması ve bunlara binek olacak şevk ve heyecanın da bazı ârızalarla sönmemesi için; 'mecbur ve mükellef' olduğumuz belki de 'muhtaç' olduğumuz çok ehemmiyetli bir sır var.
Bizi böyle ve 'ûlvî ve kutsî', her ehl-i imana menfaatli hizmetlerde, maksadımıza en kestirmeden ulaştıracak, kuvvetli dayanak noktası olan bu ihlas sırrını kavramadıkça ya da birazcık da olsa koklamadıkça, yukarıda sözünü ettiğimiz ârızalardan kurtulamamanın çaresizliğini her zaman yaşayacağız.
En azından her on beş günde bir defa okunma talimatı, hangi bahsin başında vardır? Ya da bu tavsiye şöyle, göze ve kulağa hoş gelsin, diye mi konulmuştur. Elde edilmesinden çok, o yüksek hâli muhafaza etmek, hatta bu muhafazayı ömür boyu sürdürmek; herhalde bu hâlden düşünce çukura sürüklenmek tehlikesinden dolayı, büyük ve hayatî bir ehemmiyette görünüyor.
Nçin her on beş günde bir defa okunmalıdır? Çünkü kudretsiz olduğumuz halde sefîne-i Sultaniyede hâdemelik var. Şeytan bir gemideki yolcuyla fazla uğraşmıyor. O gemideki hâdemeyi şaşırtıp işlerini aksattırıp tembelliğe sevk etti mi,onları birbirine düşürdü mü, yolunu şaşıran gemideki yolcuya da kolayca ulaşıp onu da hemencecik şaşırtabiliyor. Onun için, onun hedefi direkt yolcu değil, gemiyi yürüten hizmetçilerdir.Hizmetçi, çeşitli arızalarla karşılaştığı bu yolculuğunda, onu vazifesinden ayırmadan, hedefinden şaşırtmadan, diri ve ayakta tutacak ve ona bir nokta-i istinad olacak güçlü bir kuvvete dayanmadan, bu yolculuğu şevkle nasıl sürdürebilecek?
Böyle metin, mühim, makbul, yüksek ve bütün amellere değer katan; yokluğunda ise bütün amelleri sıfırlayan ihlâsı, belki de sadece ağzında dolaştıran bizler gibi biçarelerin anlaması ve tam anlatması beklenemez herhalde.Ancak anlatılanlardan uzaktan koklayabildiğimiz kadarı, müşâhâde edebildiğimiz miktarıyla yüzlerce noktasından, sadece şevkimizi söndürmeden bir ömür boyu sürdürme açısından ihlâsın hayatî önemini, misafirimizle yaptığımız müzâkerelerden birlikte anlamaya çalışacağız inşallah.
Değerli misafirimizle, küçük de olsa içine düşüp pişmanlığında ise geciktiğimiz günahlarımızın dışında, bizim şevkimizi söndüren ve hamiyetimizi bağlayarak, bizi yeise(ümitsizliğe) atan 'çocuk ağlaması' kabilinden bahanelerimiz olduğunu tespit etmiştik.Bu bahanelerin birkaçını ve bunlara karşı cevaplarını hatırımda kaldığı kadarıyla yazmaya çalışacağım.
1-"Ben bir hizmet yapamıyorum zaten. Kendimin dışında kimseye bir söz dinletemediğim gibi, ayakkabıları düzeltmek, çay yapmak dışında bir becerim de yok."
Bir gün birisi, Kirazlı Mescitteki dershaneye gidip Zübeyir abiye, "Abi ben hizmet için geldim ne yapayım?" deyince Zübeyir abi "Kardeşim şu odayı temizle, lavobayı da yıkarsın." deyince; bunları bir hizmet olarak görmemiş olacak ki anlamadı diye, aynı şeyi, tekrar tekrar söylemiş. Zübeyir abi de "Tamam kardeşim, sen dediklerimi yaparsın" diye tekrar söylemek zorunda kalmış.Bu tarz itirazların kaynağında, hedefi bilmemek ya da unutmak yatıyor. Hedef rızây-ı İlâhî olunca, seni oraya götürecek vesilenin ne önemi var? Belki bir insanın enaniyet karışmış çok görünen hizmeti, onu aşağıya; enaniyet ve hodfûrûşluğa müsait olmayan senin bir tebessümün ve ikramın, seni yukarıya taşımıştır. Âmeli değerli kılan, âmelin ne olduğu değil, hangi niyetle yapıldığıdır.Allah rızası için yapılan amelin küçüklüğüne, büyüklüğüne kıymetlisine, kıymetsizine bakılmaz,okumadın mı? "Bu mânevî cihatta küçük mesele zannettiğin, çok büyük olabilir." farkında değil misin? Seni Onun rızasına götüren, küçük değil büyüktür. Hadi kardeşim, dön işinin başına. Küçük görünen fakat hâlis niyetinle büyüyen işlerini aksatmamaya çalış.
2-"Geçen hafta gittiğim derste, kimse yüzüme bile bakmadı, 'hoş geldin' bile diyen olmadı. Biri de bana ters bakmıştı. Gelenlerden biri için de iyi şeyler söylemiyorlar. Hem beraber gittiğim birkaç dostum da zaten derslere gitmiyor. Onlar da aksatmaya başlamış."
Bir gün şeytan İsa Aleyhisselam'a gelip "Madem ecel ve her şey kader-i İlahî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin. demiş. Hz İsa da ona "Cenab-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: Sen böyle yapsan, sana böyle yaparım, göreyim seni yapabilir misin?" diye tecrübe eder. Fakat abdin(kulun) hakkı yok ve haddi değil ki Cenâb-ı Hakk'ı tecrübe etsin ve desin: "Ben böyle işlesem, sen böyle işler misin?" diye tecrübevârî bir surette Cenab-ı Hakk'ın rububiyetine karşı imtihan tarzı,sû-i edeptir, ubûdiyete (ibadete) münafîdir (terstir.)
13.Notadaki bu misâlin târık-ı hakta (hak yolda) çalışanların vazifesi ile alakaldarlığını, Fatır suresinin 5. ayetinin tefsirini okuyana kadar anlayamamıştım. O ayette Rabbimiz, dünya hayatı sizi aldatabileceği gibi, hilekâr şeytan da "Allah, çok bağışlayıcıdır, en büyük günahları bile affeder. Bu kadarcık günahtan bir şey çıkmaz." gibi telkinlerle aldatarak, sizi günaha devam ettirmek suretiyle, size bir felaket kapısı açabilir diye îkaz ediyordu. Şeytanın hilesine aldanıp böyle düşünen insan da bu haliyle, bir nevi Rabbini tecrübe ederek "Ben bu günahları işlemeye devam ediyorum, bakayım 'büyük günde' sen beni affedecek misin?" gibi bir tecrübe vaziyeti almış oluyordu. Yani bir nevi Hâlıkını tecrübe etmekteydi.
Geçen hafta gittiği yerden ilgi görmediği ve oradaki birinin de bir yanlışlığını duyduğu için orayla irtibatını kesip şevki sönen, hamiyeti biten kardeşim! Sen neye güvenip tevekkül ederek, bu çukura düşmüş oluyorsun? Başkasının eksikliğine, veya birinin yanlış hareketine veya birinin gevşekliğine değil mi? O zaman, sen bir nevi onlara 'tevekkül' etmiş, onlara güvenmiş olmuyor musun? Huzur-u İlahide "Sefine-i Rabbaniyedeki vazifeni niçin terk ettin, defineyi taşırken muhtaç ellere uzatılan elini, niçin gevşettin" sualine "Ey Rabbim defineyi taşıyanlar, bazen beni fark etmediler, o sefînede çalışanlardan biri, ayağıma bastı, biri de sağa sola bakıyordu, onun için çektim." cevabınla, bir nevi onların bu eksikliklerine veya hatalarına tevekkül etmiş olmuyor musun? Bir insana yakışan ise bu değildir. Ona yakışan, vazifesini yaptığı zaman yine onu muvaffak edenin Rabbimiz olduğu bilmesi ve vazifesini yapmamaya ya da gevşetmeye de bir başkasını bahane olarak göstermemesidir. Başkasının hatasını ya da lâkayıtlıklarını kendi ihmaline neden yapmak ise, başkasına tevekkül etmek anlamına geldiğini bilmesidir. Bunun da bir nevi Rabbimizi tecrübe etmek olduğunu unutmamasıdır.Bir kişi "Niçin namaz kılmıyorsun!" sorusuna "Bak, şu da namaz kılmıyor, başkası da ihmal ediyor." cevabını vermesi, onu kurtaramadığı gibi, sana sorulan "Niye derslere katılmıyorsun?" sûâline "Bak başkası da katılmıyor." cevabı seni kurtaramayacaktır.
3-"Hizmette bir türlü netice alamıyoruz. Çok koşuyoruz ama dinleyenler çok az oluyor. Bu da bizim şevkimizi kırıyor ve gevşekliğimize sebep oluyor. Bir türlü muvaffak olamıyoruz."
Bu hizmette, lâhika mektuplarının ve İhlas Lem'alarının bizim harekât tarzımızı belirlemede ve bu tür düştüğümüz fikrî yanlışlarımızı tamir etmede çok ehemmiyetli bir yeri olduğunu unuttun galiba. Emirdağ Lâhikasında geçen "Mesleğimizde kanaat daima şükrü ve metaneti netice verdiği için,ihlâs dairesinde hizmet noktasında çok hırs ve kanâatsizlik gösterdiğimiz halde; neticelerine ve semerâtına karşı kanâatle mükellefiz" cümlesi bizim önümüze iki mühim kelime koymaktadır. Hırs ve kanâat. Hırsı, hizmette göstereceğiz, yani hizmette sınır olmayacak; fakat neticeye kanâat şart. Neticeye kanaat olmayınca bu bizi hayal kırıklığına götürüyor.Ayrıca şeytanın Hazreti isa'ya yaptırmaya çalıştığı gibi vazifesinin ne olduğunu unutturuyor. Halbuki sen Cenab-ı Hakk'ın rızasını esas almalıydın. Onun rızası da çok çok insanın seni dinlemesi ile değil, sırf vazifeni yapıp kabul noktasını, Ona bırakmanla sağlanıyor. Diyelim ki seni çok insan dinledi. Bu da seni gayrete getirdi. Fakat çok insanın seni dinlemesini, sen enaniyetlere vesile ettin. Sen yine muvaffak olamadın.
O zaman sen muvaffak olmak istiyorsan, tek bir yolu var: O da Cenab-ı Hakk'ın rızasını kazanmak.Bu rıza da çok insanın seni dinlemesinde değil, vazifeni yapıp gerisini Ona bırakmana bağlı.Sana, âhirette " Etrafına niye çok kişi toplamadın?" diye sual değil "Hârekâtında niçin rızay-ı İlâhîyi düşünmedin?" sorusu sorulacak. Sen vazifeni yap, Allah'ın vazifesine karışma. Ama vazifemi yaptın mı diye endişe et, bu noktada hırslı ol, bu zarar vermez.Bu böyle olmasaydı Peygamberimiz meâlen "Medar-ı necat ve hâlas yalnız ihlâstır. Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana tercih edilir. İhlâsı kazandıran harekâtındaki sebebi sıfır emr-i İlahî ve neticesi rızay-ı İlâhî olduğunu düşünmeli ve vazife-i İlâhiyeye karışmamalı." buyurur muydu? Bunun böyle olduğunu, bazı peygamberlere birkaç kişiden fazla tâbi olan olmadığı halde, peygamberlik ücretinin onlara verildiğinden de anlayabiliriz herhalde .
4- "Ben artık çok hizmet ettim, biraz da husûsî ve şahsî kemâlatımla ilgineneceğim. Başka kardeşlere yol açmak lazım."
Biz bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevinin azaları ve saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları değil miyiz? Bir şahısta her âzanın yaptığı vazife, kendine göre değerli değil midir? Kaş olmadan gözün, tırnak olmadan parmağın, dil olmadan ağzın bir değeri olmadığı gibi; küçük bir çark olmadan da büyük çarkların ve fabrikanın değeri olmadığını anlamıyor musun? Öyleyse zerreyi küre yapan rızay-ı İlâhî iksirinden haberin olmadığı gibi; bir fabrikada küçük bir vida olmanın da ehemmiyetinden bîhabersin. Çark ve vidaların hepsi bir olunca bir fabrika ortaya çıktığı gibi, sen de terk ettiğin ya da terke hazırlandığın kardeşler ile yan yana geldiğinde şahsî hiçbir kemâlatla kıyaslanmayacak azâmette bir kıymet ve kuvvet kazanıyorsun. Bu kuvvet ve kıymeti "Böyle küçük meseller için, kıymetdâr vaktimi sarf etmektense, o çok kıymetli vaktimi, zikir ve fikir gibi kıymetli şeyleri sarf edeceğim." diyerek kazanamazsın. Senin âmâlîni dağıtan bu "fikr-i infiradî ve tasavvur-i şahsî" düşüncesi seni, hem senin ölümünden sonra devam edecek sevaplardan hem de "iştirak-ı a'mâl-i uhrevîye" sırrıyla bütün kardeşlerin sevaplarının birleştiği 'havuzdan' da mahrum edecektir.
Ne derseniz dostlar, insanlığın maddî hastalıklarını tedavi için teşkil olunan 'sınır tanımayan doktorlar' gibi, manevi buhran geçiren bu 'asr-ı hazırın nesl-i cedîdini' tedavi için, ihsan-ı İlâhinin omuzumuza yüklediği vazifey-i imaniyenin derûhtesini sınırlaya bilen benlik, gurur, hodgamlık, tasavvur-i şahsî, fikr-i infiradî gibi hissiyatlarımızın gayretimize koyabildiği sınırları kaldırabiliyor muyuz?
Selam ve dua ile.