İnsanın ruhî ve fizikî ihtiyaçlarını konu edinen hemen her araştırma için ‘değinilmese olmaz’ sayılan kaynaklardan biri de, A. Maslow’un meşhur “ihtiyaçlar hiyerarşisidir” herhalde.
Bu kurama göre insanların temel ihtiyaçları, çeşitli alt başlıklara da sahip olmak üzere “fizyolojik, güvenlik, aidiyet ve sevgi, saygı, kendini gerçekleştirmek” gibi beş temel başlıkta toplanmaktadır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken noktalardan biri, söz konusu ihtiyaçların bu sıralamada “önem sırasına” göre dizilmiş olmalarıdır. Bu ise, göz ardı edilen ön sıralardaki bir ihtiyaç dururken ondan sonra gelen ihtiyaçlar için çaba göstermenin anlamsız olacağını söylemektedir. Yani bir ihtiyaç giderilmediğinde, ondan daha az öneme sahip olan ihtiyaçlara bir nevi ihtiyaç dahi duyulmayacaktır.
Örneğin ilk basamakta duran ve bu hiyerarşinin en önemli kısmını oluşturan fizyolojik ihtiyaçlar doyurulmadığında, mesela açlığın ve susuzluğun şiddetlendiği bir anda insan için sevgi, saygı veya kendini gerçekleştirmek gibi ihtiyaçlar anlamlarını yitireceklerdir.
İşte Maslow’un bu kuramından hayatımıza taşıyacağımız en önemli derslerden birisi de tam olarak burada ortaya çıkmaktadır herhalde: Önem sıralarına riayet etmeden gidermeye çalıştığımız ihtiyaçlarımız o an derdimize derman olamayacaklardır aslında! Hatta derman olamadıkları gibi, bizim için ruhî ve fizikî birtakım sorunların ve de hayatımızın normal akışını bozacak başka dengesizliklerin ortaya çıkmasına dahi sebep olabileceklerdir.
Bir diğer ifadeyle, öncelik sırasını şaşırdığımız her önceliğimiz aslında kendisinden önce yoğunlaşmamız gereken başka önceliklerimizi, dolayısıyla daha önemli oldukları halde ıskaladığımız asıl önceliklerimizi de haber vermektedir. Durum böyle olunca, önceliklerimizin önem sıralarını iyi anlayıp emek ve gayretimizi bu önem sırasına göre taksim etmek ise, maddi ve manevi cephelerden ‘yaşam kalitemizi’ yükseltmek anlamına gelecektir…
İşte bu hayatî dersin farklı bir veçheden örneği, bizden çok da uzak devirlerde hayat sürmemiş ve hayatı başlı başına hayatî derslerle dolu olan Bediüzzaman Said Nursî’nin bereketli hayatında sergilenmiş bir hakikat dersidir de aynı zamanda. Şöyle ki; hayatının çeşitli dönemlerinde birbirlerinden pek farklı koşullar altında yaşamış olan bu hakikat aşığı, öncelikler sıralamasını hemen her defasında doğru teşhis edebilmiş ve bu yolla da en çok emeğin en çok ihtiyaç duyulan alanlara yöneltilmesi dirayetine tam bir örneklik sergileyebilmiştir. Söz gelimi, onun 1907’de Şer’-i şerifle yönetilen ve başında “Halife” unvanı taşıyan bir yöneticinin olduğu devletinin başkentinde sahip olduğu ön sıralardaki öncelikleri arasında şöylesi başlıklar göze çarpacaktır: Geldiği coğrafyanın ve kavminin sorunları, ilmiye sınıfının ve maarifin ihtiyaç duyduğu reformlar, Batılılaşma rüzgarlarının İslam aleminde meydana getirdiği zihnî karışıklıklar.. ve bu gibi sorunlara karşı gazete yazıları, ilmî eserler, mitingler, hutbeler, dernek ve cemiyetler, bürokrasi ve siyaset gibi yollar aracılığıyla hakikatleri İstanbul’un yanı sıra Osmanlı coğrafyasının pek çok köşesinde duyurma azmi…
Ancak Birinci Dünya savaşının başlamasıyla birlikte, Said Nursi’nin her devirde öncelikleri arasında bulunan ilmî gayretine İstanbul’daki o bir nevi aktivist faaliyetleri artık eşlik etmeyecektir. Bilakis, ilmî gayretlerinin yanı sıra, o artık talebeleriyle birlikte silah kuşanmış ve Rus işgali ve Ermeni şiddetine karşı bilfiil mücadeleye girişmiş bir alay kumandanıdır.
Savaş bitip de yeni rejimle birlikte yeni bir ruh halinin memlekete hakim kılınmaya çalışıldığı bir döneme girildiğinde ise, en büyük gayretini ve emeğini en büyük önceliğine ayırmıştır artık Nursî.. Zira “iman hakikatlerini izah ve neşretmek” şeklinde özetlenebilecek bu önceliğin afakî sebepleri hakkında, memlekette ehl-i imana dehşet verici şekilde vuku bulan bir takım hadisattan kısaca söz etmek belki yeterli olacaktır: Şer’i Şerif’in ve “Halife” makamının söz konusu bile olmadığı ve din yerine milliyetin, İslamî esaslar yerine seküler, Batıcı, laik esasların, ümmet kavramı yerine ise ulusalcılığın ikame edilmeye çalışıldığı ve İslam ve Osmanlı mirasına karşı baskıcı, yasakçı, reddedici yeni bir rejim şeklinin dayatıldığı bir devlet…
Ne var ki, böyle bir ortamda Said Nursî’nin artık en büyük gayretini, emeğini ve ilgisini en birinci önceliği olan iman ve Kur’ân hakikatlerine yöneltmesi, onun diğer önceliklerini tamamen bıraktığı, onları boş verdiği manasına da gelmeyecektir. Tam tersine, o hayatının hiçbir döneminde ulema sınıfına dahil olmasını, ders ve eser vermesini, dahası diğer aidiyetlerini, örneğin seyyidliğini, Şafi olmasını, doğulu olmasını, Kürt olmasını, kendisini neseben ve hayatça avam tabakasında saymasını ve kitleler için sorumluluğu yüksek bir örnekliği temsil etmesi gibi birtakım gerçekliklerini asla red veya inkar etmemiştir. Onun yaptığı şey, tıpkı Maslow’un “ihtiyaçların önem sırasına göre öncelenmesi” gerekliliği gibi, en önemli ve en ihtiyaç duyulan önceliklere en yoğun emeğin ve gayretin verilmesi meselesidir.
Kısacası, o bir Müslüman olarak, din ve iman hakikatlerine ciddi saldırılar olduğunu gördüğünde önceliğini memleketinin sorunlarına veya Şafiliğinin ya da Kürtlüğünün inkarına karşı mücadelesine vermekten yana değil, “en önemli aidiyetleri” gördüğü o hakikatlerin muhafazası yolunda gayret göstermekten yana kullanmıştır. Söz konusu diğer aidiyetleri ise öncelikler sıralamasında döneme ve şartlara göre sıra değiştirebilmiş, dolayısıyla da ancak o an bulundukları sıraya uygun olan bir önceliğe sahip olabilmişlerdir.
İşte bu hayatî hayat dersinin çoğunlukla fark edilmemesindendir ki, bugünün müminleri olarak çoğu zaman yoğun bir “sırası şaşılmış öncelikler sorunuyla” yüz yüze gelmekteyiz maalesef.. En büyük ve en önemli önceliğimiz saydığımız din ve iman hakikatleri hâlâ (belki de daha çok) tehlikede iken, biz en büyük ve en yoğun gayretimizi “ön sıradaki” bu aidiyetimize veremeyebiliyoruz yine de!
Üstelik bunu yapmadığımız gibi, kimi zaman ırk aidiyetimizi, kimi zaman mezhep, kimi zaman şehir, kimi zaman politik tercih, kimi zaman da vatandaşlık aidiyetimiz gibi öncelikleri en ön sıralara koyuyor, bu yüzden de en fazla emeği ve gayreti bunlara göstermiş oluyoruz. Ve tam da bundan dolayı, yani ön sıralarda duran bir ihtiyaç ve önceliğin beklediği ilgi kalitesini onun yerine onun gerisindeki bir başka önceliğe gösterdiğimizdendir ki, iç ve dış dünyalarımızda karmaşalar, çatışmalar, huzursuzluklar ve kimi zaman da kimlik bunalımları yaşayabiliyoruz...
Elhasıl, sorun böylesine açıkken, derman, reçete ve örnek de en az onun kadar açık durumda çok şükür!
Önceliklerimizin sırasını ve bekledikleri ilginin derecesini incelikle düşünmeli, asıl öncelenmesi gereken önceliklerimizi öncelemekten geri durmamalı o halde...