“Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun?” (Sözler)
Risale-i Nur Külliyatında geçen bu cümle hayalimi bir anda taziye meclislerine götürdü ve o meclislerde sıkça okunan şu ayet-i kerîmeyi hatırlattı:
“Onlar; başlarına bir musibet gelince, ‘Biz şüphesiz Allah’a aidiz (Allah içiniz, Allah’ınız) ve şüphesiz O’na döneceğiz’ derler.” (Bakara Sûresi, 156)
Dünya bizim için yaratıldığına göre, biz dünya için yaratılmış olamayız.
Ahiret de bizim için yaratıldığına göre, biz ahiret için de yaratılmış olamayız.
Biz dünyada da Allah içiniz, ahirette de.
Üstat Bediüzzaman Hazretleri dünyanın üç yüzü olduğunu beyan eder ve bunları şöyle sıralar:
“Birinci yüzü Cenâb-ı Hakk’ın esmâsına bakar. Onların nukuşunu gösterir. Mânâ-yı harfiyle, onlara aynadarlık eder…
“İkinci yüzü âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır, Cennetin mezrasıdır…
“Üçüncü yüzü insanın hevesâtına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel’abe-i hevesâtı olan yüzdür…” (Sözler)
Birinci yüze talip olanlar, Allah’ın ahsen-i takvimde yarattığı ve bütün esmâsını kendisinde tecelli ettirdiği en mükemmel mahluk olmanın sefasını sürerler. Bunun yanında dünya tarlasına salih ameller ekmek suretiyle de ahirette ebedî saadete ererler.
Sırf dünya için yaratıldıklarını sanan kimseler ise bu iki yüzden gaflet ederek bütün kabiliyetlerini, imkânlarını ve zamanlarını sadece üçüncü yüze hasretmekle büyük bir hüsrana uğrarlar.
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etmeleri için yarattım” ayet-i kerimesi de açıkça gösteriyor ki biz “Allah içiniz, Allah’ınız.” O halde, her şeyimizle dünyanın birinci ve ikinci yüzüne teveccüh etmekle “lillah için olanlar” zümresine dahil olmaya çalışmalıyız.
İnsan hayatı bu dünyadaki bütün servetlerden de kıymetlidir, makamlardan da. O halde, bu hayat sadece onların kazanılması için verilmiş olamaz. Bu hayat ancak kendinden daha ileri derecede bir hayatın kazanılmasına vesile olabilir. O da Üstat Hazretlerinin ifade ettiği gibi “taşıyla, toprağıyla hayattar olan dar-ı saadetteki hayattır.”
“Elbette âhiret senin için dünyâdan hayırlıdır.” (Duhâ Sûresi, 4)
Dünya niçin yaratılmışsa, insan da onun için yaratılmıştır.
Güneş, ay ve yıldızlar niçin yaratılmışlarsa, insan da onun için yaratılmıştır.
Bitkiler ve hayvanlar niçin yaratılmışlarsa, insan da onun için yaratılmıştır.
Bütün bu ‘niçin’lerin bir tek cevabı vardır: Allah için; O’nu tanımak ve O’nu tesbih etmek için, esmâsına en câmi ve en mükemmel bir ayna olmak için.
“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeye muhabbet ettim ve mahlukatı yarattım” hadis-i kudsîsi de her şeyin Allah için yaratılmış olduğunu en açık bir şekilde ders verir.
Her canlıda Allah’ın ayrı bir sanatı, ayrı bir mucizesi sergileniyor. Dünün yumurtaları bugün uçarken veya yüzerken ayrı ayrı isimlere ayna oldukları gibi, dünün nutfeleri bugün koyun olup süt verirken, at olup koşarken ve nihayet insan olup Rabbine iman ve ibadet ederken de ayrı ayrı esmâya ayna olurlar.
Üstat Hazretleri, bütün canlılar âleminin kendilerine yüklenen fıtrî vazifelerini tam olarak yerine getirmelerine peşin bir ücret olarak, onlara belli zevklerin tattırıldığına dikkat çeker. Bir hayvan, rızkını yerken Rezzak ismine ayna olur, buna karşılık kendisi de o yeme işinden bir lezzet alır. Bu lezzet o hizmetin peşin ücretidir.
İnsan da Allah’ın bütün İlâhî isimlerine en mükemmel ayna olmasına karşılık, hem bütün hayvanlara kumandan olmuş, hem de dünya nimetlerinden, onlara nispeten, çok daha fazla istifade etmiştir.
Ancak, bu insan kendisine cüz’i irade verilmesiyle de büyük bir imtihana tabi tutulmuştur. Bu imtihanı kazandığı takdirde bütün esmâ tecellilerine, dünyadakiyle kıyaslanmayacak kadar ileri derecede mazhar olacak; o, akılların idrakten aciz kaldığı ve hayallerin ulaşamayacağı saadet diyarında ebediyen kalma lütfuna erecektir.
Bu büyük şerefe nail olmanın birinci şartı, Allah’ın kulu ve eseri olduğunu bilmek ve o şuurla yaşamaktır.
Ve cennet, O’nun rızası dairesinde ömür geçiren bu bahtiyar kullar için hazırlanmıştır.
Sırf dünya için yaratılmadığımızı ders veren bir başka ayet-i kerîme:
“O’nun vechinden (O’nun Zâtından, O’nun namına ve O’nun için yapılanlardan) başka her şey helâk olucudur. Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas Sûresi, 88)
Kur’an-ı Kerîm’de Karun’un, hazineleriyle birlikte toprağa gömüldüğünün haber verilmesi sırf dünya için yaratıldıklarını vehmedenler için çok önemli bir ibret dersidir:
“Şüphesiz Kârûn, Mûsâ’nın kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz ona, anahtarları(nı bile taşımak) güçlü bir topluluğa ağır gelecek hazineler verdik. Hani, kavmi kendisine şöyle demişti: Böbürlenme! Çünkü Allah, böbürlenip şımaranları sevmez. Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu gözet, dünyadan da nasibini unutma! Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” (Kasas Sûresi, 76-77)
Karun bütün bu ikazlara kulak tıkayarak bozgunculardan olmaya devam etmiş ve acı akıbetini hazırlamıştır.
Bu ayette geçen “dünyadan da nasibini unutma” ifadesi bazen yanlış yorumlanıyor. Karun, çokların gıpta ile baktığı çok büyük imkânlara sahip olduğuna göre, kendisine “dünyadan da nasibini unutmaması” yönünde yapılan bu ikazı nasıl anlamalıyız?
Bu konuda büyük müfessir Elmalılı Hamdi Yazır şu değerlendirmeyi yapar:
“Dünyadan nasibi, bazıları helâl dünya rızkı ve meşru dünya zevki diye anlamak istemişlerse de o ‘geçici dünyanın kendisi’ demektir. Asıl dünyadan nasib ise “Dünya ahiretin mezrasıdır” muktezasınca ahiret için edilen intifa’, ahirete kalacak ameldir.”
Ayetin devamında “Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et” buyrulması da gösteriyor ki, dünyadan gerçek nasibimiz, kendi yiyip tükettiklerimiz değil, başkalarına yardım ederek ebediyete mal ettiğimizdir.
Aynı manayı zaman açısından düşündüğümüzde, dünyadan nasibimiz fani servet ve makamlar uğruna harcadığımız zamanlar değil, Allah için harcadığımız, O’na kullukta ve O’nun kullarına yardımcı olmakta kullandığımız vakitlerdir.
Dünya işlerimize Allah rızası için çalıştığımızda bu çalışmalar yine Allah için olmuş olur.
İnşallah, cennette İlâhî sanatları tefekkür ederken de hep Rabbimizi düşünecek, O’nun kemaline hayret ve ihsanlarına şükredeceğiz.
Dünya hayatının geçici, ahiretin ise baki olduğu, dünya nimetlerinin cennet nimetleri yanında gölge kadar zayıf kaldığı düşünüldüğünde, ibadeti terk ederek sadece dünya için çalışmanın ne kadar büyük bir zarar olduğu açıkça anlaşılır.
İnsanı namazdan alıkoyan çok önemi bir faktör de malâyâniyâttır. Yani, yapılmasında belli bir maksat gözetilmeyen, ne dünyada ne de ahirette bir faydası olmayan boş işler yahut gereksiz konuşmalardır.
Bu konuda Peygamber Efendimizin (asm.) birbirinden önemli iki ikazı:
“Kişinin malâyâniyi terk etmesi İslâmiyetinin kemalindendir.”
“İki büyük nimet zarara uğratılmaktadır: Sıhhat ve boş zaman.”
Üstat Bediüzzaman Hazretleri de bu konu üzerinde önemle durur ve Meyve’nin Dördüncü Meselesi’nin çokça okunmasını tavsiye eder. Bu risalede verilen çok önemli ders şu iki paragrafta özetlenmiş gibidir:
“Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var…
…Fakat büyük dairenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, mâlâyani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.”