Sirkeci yokuşunda bir Üstad:Şeker komasından ölenlerin ruhlarına Fatiha

Mustafa ORAL

Sirkeci yokuşunda bir Üstad:

Şeker komasından ölenlerin ruhlarına Fatiha

 

İstanbul’un Sirkeci semtinin adının nerden geldiğini tam olarak bilmiyorum. Büyük ihtimal vakt-i zamanında burada sirkeciler vardı. Adını da buradan aldı. Ama tahminden öte bir gerçek var ki, o da Sirkeci’nin Osmanlı imparatorluğunun kalbi olduğu.

Sirkeci asırlarca, yüzlerce sanatkara, zanaatkara, alime ve gönül sultanına beşiklik etti. Onlar payitahtı kah eleştirdiler, kah takdir ettiler. Belki bu insanların Osmanlı’ya karşı takındıkları eleştirel duruşlarından aldı bu semt adını; bilemeyiz. Bildiğimiz bir şey var ki Osmanlı bu kişilerin himmet ve gayretleriyle beş yüz yıl boyunca dünyaya buradan hükmetti. Ne zaman ki Osmanlı böyle büyük şahıslar yetiştiremez oldu; yetiştirse bile böyle kişilerin öneri ve uyarılarını göz ardı eder hale geldi, o zaman o koskoca imparatorluk tuzla buz oldu. 

 

Sirkeci’den Cağaloğlu’na yokuşuna doğru çıkıyorum. Bu yokuş tarihe ve devletlere yol oldu, onlara yön veren şahıslara yoldaş oldu. Bundan elli yıl kadar önce bu yokuştan tarihe, Osmanlı’ya, Türkiye’ye, bütün dünyaya, bütün insanlığa yön vermeye çalışan gönüller sultanı büyük Üstad Bediüzzaman Said Nursi bir talebesi ile beraber Gençlik Rehberi mahkemesi dolayısıyla geçti. Elinde bir sepet vardı. Bütün dünyası ve dünyalığı bu idi ve bunca ihtiyar haline rağmen yükünü kimseye çektirmeden yokuşu çıkmıştı.

 

O gün Üstadın sepetinde neler vardı bilmiyorum. Ama bıraktığı mirastan hareketle, onun içinde bir parça ekmek, bir çaydanlık, bir şekerlik, bir tuzluk, belki küçük bir şişede birazcık ekşi sirkenin olabileceğini tahmin ediyorum. Bu sepetin içinde olan şeylerin ilk elden onun hayatında cismani hayatını devam ettirebilecek bir anlamı vardı. Benim için ise bunların bu anlamlara ek olarak başka anlamları da var.  

 

Üstad nimetler noktasında çok iktisatlı idi. Bir parça bal gibi tatlı, şekerli yiyeceği talebeleriyle birlikte günlerce kullanırdı. Nimetlerin şükre ve tefekküre bakan taraflarını da önemserdi. Kendine hediye edilen karpuz, kavun gibi yiyecekleri duvara astırır, günlerce talebeleriyle tefekkür eder, bir zaman sonra artık içi geçen, nispeten tadı kaçan bu nimeti talebeleriyle beraber yerdi. Bunların misalleri çoktur. Üstad sirke kullanır mıydı? Kullanıyorsa ne kadar kullanırdı? Yemeklerine tuz katar mıydı? Katıyorsa ne kadar katardı?...

 

Bunları bilmiyorum. Ama tatlı şeyleri bir anda tüketmemesinden anlıyorum ki, Üstad yerken de, içerken de meselenin insanın şahsi, içtimai ve manevi hayatına bakan taraflarını dikkate alırdı.

Sirkeci’den Cağaloğlu yokuşuna doğru çıkıyorum. Elimde Üstadın sepetini andıran bir çanta var. İçinde şekerlik, tuzluk ve ekşi bir sirke yok. Sirkeci’den sirke almak da hiç aklıma gelmedi. Onların yerine İhlas ve Uhuvvet Risaleleri ile Gençlik Rehberi var. Ardımda koskocaman bir Osmanlı İmparatorluğu, yanımda bütün gençliği ve insanlığı, özellikle de Müslümanları ve o koskoca İmparatorluğu kurtarmaya çalışan Üstadımın manevi şahsiyeti var.

 

Kimileri “Bu ne lahana! Bu ne perhiz! Bu da nereden çıktı?” diyecekler belki ama, işte tam bu yokuşu çıkarken aklıma takılıyor “perhiz” kelimesi. Böyle maddi ve manevi hastalıkların pençesince olan bir ferdin ve top yekun insanlığın bu gün hangi nimetlerden ne kadar yemeleri gerekir ki sağlıklı bir fert ve toplum ortaya çıkabilsin. Ne kadar tatlı, ne kadar tuzlu, ne kadar ekşi? Nasıl bir perhiz uygulamalı? Nasıl bir “emr-i bil maruf, nehy-i anil münker” dili kullanmalı ki perhiz netice versin?

 

Dilde altmış çeşit tat alma duyusu vardır. Bizim en kolay adlandırdığımız tatlar tatlı, tuzlu ve ekşi olmak üzere üç çeşittir. Şükür ve tefekkür nefsimize zor geldiği için diğer tatlar üzerinde fazla durmayız. “Üç Büyükler”, “Üç Büyük Şehrimiz” misallerindeki gibi bir genellemeye giderek, farkında olarak veya olmayarak diğerlerini görmezden geliriz. Bundan dolayıdır ki altmış yaşına geldiğimizde bu altmış çeşit hazdan ancak bir tanesini alabiliriz. Diğer elli dokuz tadı hissedemez hale geliriz.

 

Genelde kâinat, özelde de insan bizim için nimettir. Biz de onlar için nimetizdir. Bizim için insanların bazısı şeker gibi tatlı, bazısı deniz suyu gibi tuzlu, bazısı da sirke gibi ekşidir. O anki ruh durumumuz bu tatların sınırını ve çeşidini belirler. Bazen şeker gibi bir dostumuz daha sonra bizde tuzlu veya ekşi bir etki oluşturabilir. Bazen bazı dostlarımız başlangıçta bizim için hayli tuzludur. Sabır gibidirler. Evvelinde zehirdirler, ama ahirinde bırakın bir şeker etkisi, bir bal etkisi bile oluşturabilirler.

 

Şunu da belirtmekte fayda var ki, haddini aşan nimet, nimet olmaktan çıkar, nıkmet halini alır. Bir şey haddini aşarsa aksü’l amel yapar, ters etki oluşturur. Sürekli şekerli yemek dengesiz beslenmeye yol açtığı gibi, sürekli şeker gibi dostlarla, ağzından bal akan dostlarla beraber olmak da insanın manevi ve içtimai hayatının dengesini bozar. Tahmin edeceğiniz gibi, her zaman tatlı yiyelim, tatlı konuşalım muhabbeti yapmanın da alemi yok. Benzer şeyi tuzlu yiyecek ve tuzlu dostlar içinde söyleyebiliriz. Yani sürekli tuzlu yemek dengesiz beslenmeye yol açtığı gibi, sürekli meselelerin menfi taraflarına bakıp, moralleri bozan insanlarla muhatap olmak da insanın manevi ve içtimai hayatının dengesini bozar.

 

Biz “şeker gibi adam”dan hep kendimizi alkışlamasını, yanlış veya doğru fark etmeden her hareketimize onay vermesini, bizi takdir etmesini bekleriz. Böyle insanlar her dönemin insanları olup, Osmanlıdan bu güne var ola gelmişlerdir. Benim hiçbir meselede saltanatım ve riyasetim olmadığı için etrafımda bu türden insanların olmadığını belirtmem de fayda var.

 

Toplumda bir de her tarafı şekeristan, her günü şeker bayramı sanan, sürekli şekerleme yapan, efsane söyleyip, uykuya dalan, uykularından uyandırılmak istemeyen, hiçbir şekerciboyasını (ki şekerciboyası kökü müshil ve kusturucu olarak kullanılan bir bitkidir) kabul etmeyen tuzu kuru insanlar vardır. Bunlar tuzlu denizde, yüzerler ama tuzlu su içmediklerini söylerler. Yemeklerine tuz katarlar, ama bir dostun tuzlu fakat samimi bir uyarısını reddederler. Bunlar tuz buz olmaktan korkarlar. Onlar sirkeyi içerler ama kendilerini teyakkuza davet eden insanları görünce yüzlerini ekşitirler. Tuzlu ve ekşi insanları müspet hareket etmemekle itham ederler. Onlar bir sofrada tatlının olması gerektiği gibi, tuzlunun ve ekşinin de olması gerektiğini kabullenemezler. Onlar kendilerini bir imparatorluk olarak görürler. Oysa küçük bir devletçik bile değillerdir. Onlar kendilerini hak ettiklerinden daha fazla bir değerle sunmaya çalışırlar. Tuzlu insanların nefislerini kısıtlayıp, ihtiraslarını serbest bırakmalarına karşın, bunlar nefislerini serbest bırakıp, kalplerini kısıtlarlar. Yine de siz onlar için “Tuzlayalım da kokmasınlar” diye merhametsizce bir şey aklınızdan geçiremezsiniz. Zira böyle giderse onlar bir gün şeker hastası olup, şeker komasına gireceklerdir.

 

Bunlar  havf ve reca dengesinde ağırlıklarını hep reca tarafında kullanarak, “cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değil” değil hakikatini ıskalarlar. Ekşi ve tuzlu insanların iyiliği emreden, kötülüğü men eden halleri onları rahatsız eder.

 

Toplumda bir de tuzlu insanlar vardır. Bunlar birilerini sürekli eleştirirler. Birileri hakkında sürekli şerhler koyarlar. İnsanların sözlerini, fiillerini keserler. İnsanları kısıtlarlar. Herhangi bir meselede kapı olacakları yerde duvar olurlar. Pencere olacaklarına perde olurlar. Taş üstüne taş koyacaklarına, yola taş koyarlar. 

 

Ayak olacaklarına, ayak koyarlar. Kendilerinin sinirleri bozuktur. Başkalarının da sinirlerini bozarlar. Bazen öyle anlar olur ki, eleştiriye mahal bir meselede ortaya çıkmıştır. Bunlar da öyle kötü bir üslup ile eleştiri yaparlar ki eleştirileri meselenin tuzu biberi olur. Kimilerinin dünyasını tuz buz ederler. Bunlar Tuzla’da yaşarlar. Şekeristanda yaşayanlar bunları sevmezler. Fırsat bulsalar bunların dillerine biber sürmek isterler.

 

Tuzlu insanlar havf ve reca arasındaki dengede ağırlıklarını hep havf tarafında kullanarak tatlı insanların dünyalarını zehir ederler. Siz onlara “meselenin biraz da reca tarafına baksanız” diye uyarsanız, sizi dünyevi olmakla suçlarlar.

 

Bir de ekşi insanlar vardır. Sirke gibidirler onlar. Şeker gibi adamlarla, tuzlu bir dile sahip insanlarla bunların bir bağlantısı yoktur. Onlar Şekeristan’da ve Tuzla’da yaşayan insanlarla gerektiği zaman, gerektiği miktarda ilişki kurarlar. Gerektiğinde eleştirirler, gerektiğinde takdir ederler. Bir sirke gibi ikisinin de etkisini nispeten kırarlar. Ekşi insanlar havf ve reca arasındaki dengede ağırlıklarını bu ikisi arasında olmak şeklinde kullanırlar.

 

Tahmin edebileceğiniz gibi bir sofrada tatlı, tuzlu ve ekşi bulunur. Tatlılara şeker, çorbaya tuz, salataya da sirke katılır. Hepsinin yeri ayrıdır. Hemen herkes, bir sofrada ihtiyacı miktarında üçünden de yer, içer. Hatta öyle olur ki ayran gibi yiyecekler bozulunca tuz katılır. Tuzlu bir şeye tuzu kırmak için bir miktar şeker eklenir. Ta ki israf olmasın. Bir sofrada bu kadar çeşitliliği kabul eden tatlı ve tuzlu insanlar çoğu kere aynı sofrada oturmak istemezler. Oysa çorbaya tuz gerek, salataya sirke gerek. Yemeğin sonunu da balla kesmek gerek...

 

Peki tatlı, tuzlu ve ekşi olan şeyler arasında bir tercih yapmak zorunda kalırsak nerede durmamız gerekir? Bana öyle geliyor ki şeker gibi tatlı insan olmak yerine, tuzlu insan olmak evladır. Bilirsiniz, bir avuç tuzu yutarsanız orucunuz bozulmaz, ama bir kaşık şekeri tadarsanız orucunuz bozulur. Tuzu yutarsanız mideniz yanar belki, ama en azından orucunuz bozulmaz. Ama ideal olanı ekşi olabilmektir.

 

Bu günkü durumumuz bize tatlı, tuzlu ve ekşi türünden bazı şeyler söylüyor. Bazıları her tarafı tozpembe, sütliman görüyor. Şam taraflarına bakmasalar da, “Bundan iyisi Şam’da kayısı tatlısı” diyor. Bazıları da cehennem gibi bir tablo çiziyor, zehir zemberek bir dünya sunuyor. Şeker ile kendinden geçen insanlar çoğunlukta olduğu için, bunlar azınlık olan tuzlu dillilerin zaman zaman haklı olan eleştirilerine, ekşi dillilerin hemen her zaman tutarlı olan tavsiyelerine kulak vermiyor. Kendilerini alkışlayan insanlarla beraber olmayı tercih ediyor. Tuzlu insanları ya yok sayıyor yada onların dillerine biber sürüyor. Etki tepkiyi doğuruyor.

 

Susmaları istenen tuzlu dilli insanlar daha bir hırsla saldırır hale geliyor. Her halükarda iki kesimden birisi ifrat ediyor, diğeri tefrit ediyor. Bu arada ekşiye düşen görev arttıkça artıyor. O da bu ifrat ve tefrit arasında hadd-i vasatta durmak da zorlanıyor. Köşesine çekiliyor. Zira her iki tarafta da diğerine karşı bir asabiyet söz konusudur ve hala birbirlerini dinleyebilecek ve anlayabilecek durumda değildir. Bir taraf doğuya doğru gidip radikalleşmekte, diğer taraf da batıya doğru gidip, dünyevileşmektedir. Doğuya doğru giden tuzlu dilliler batıya doğru giden tatlı hayatları işbirlikçi olmakla suçlamakta, batıya doğru gidenler de doğuya gidenleri müspet hareket etmemekle itham etmektedir. Oysa ekşi olanlar, kendisini Mekke’ye davet edenlere “Mekke ve Medine’de olsak da burada olmak lazım” deyip başkent olarak Urfa’yı öneren Üstadlarının yollarını tercih etmektedir. Bu yolculuğun bir ayağının da şu anda benim tırmanmaya çalıştığım Sirkeci’den Cağaloğlu’na çıkan yokuş olduğunu bilmektedirler.

 

Sahi neydi Sirkeci’den Cağaloğlu’na doğru çıkan Üstad’ın sepetinde bulunan şeyler? Sadece şekerlik, tuzluk ve sirke miydi? Bence o sepetin içinde gerçekte Uhuvvet ve İhlas Risaleleri ile Gençlik Rehberi vardı. Üstad havf ve reca dengesinde, reca yönünde tercihini kullananlara şeker yerine Uhuvvet Risalesini, havf yönünde tercihini kullananlara tuz yerine Gençlik Rehberini, havf ve reca arasında dengeyi tutturanlara da İhlas Risalesini sunuyordu.

 

Şimdi yokuşun sonuna geldim. Ardıma dönüp bakıyor ve “bize düşen ne?” diye kendi kendime soruyorum. Bir yanda şeker komasına girmekle karşı karşıya kalan  insanlar, bir yanda ilgisizlikten yakınıp kendini bir akrep gibi zehirleme riski taşıyan insanlar ve bir tarafta kendilerinden olmaya çalıştığım ama gün geçtikçe bir sirke gibi keskinleşen kardeşlerim. Bir tarafta daha henüz tadını ve dünyasını bile bilmediğimiz insanlar.

 

O halde ekşi olma iddiasında olan bizlere düşen görev, tatlı ve tuzlu olan insanlara karşı şefkat ve merhametle, ihlas ve uhuvvetle muamele ederek, ifrat ve tefrite girmeden emr-i bil maruf ve nehyi anil münkerin hakkını vererek, usulünce iyiliği emredip, kötülükten men etmektir. Hepimizin havf ve reca arasında dengede bulunmasına yardımcı olmaktır. Risalede karşılığını bulan “dost, kardeş ve talebe” sıfatları çerçevesinde gaflet ve dalalet ehli tatsız, tuzsuz insanları en azından meselelerimize dost haline getirebilmek (ama asla onları dost olarak görmemek ve onları dost edinmemek), dostların kardeş makamına terakki etmesine vesile olmak, ama asla tedenni etmelerine neden olmamak, kardeşlerin de talebe vasfına sahip olmasına vasıta olmaktır.

 

Ne demişti Eşrefoğlu Rumi  “adı aşk” adlı şiirinde: “Elindeki sukkeri (şeker) ağyara sunup / ağuyu (zehir) kendin içmektir adı aşk” Biz bu şiiri şöyle uyarlayalım: Elindeki sukkeri (şeker) ağyara sunup, ağuyu (zehir) kendin içmektir, adı hizmet.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (3)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.