Biz dünyadan gider olduk
Kalanlara selam olsun
Çok zaman dudaklarımıza takılır beyit, zihnimize asılır, dünyamıza ağar ılık ılık... Semalardan pare pare akın eden his hamuleleri gelir, yüreğimize oturur.
Üzüleceğimize rahatlarız. Madem ki kalanlarımız var, madem ki o kalanlarımızın, yarım bıraktığımız şarkıları hitama erdireceklerinden eminiz. Madem ki tamamlanan o eserler ve semereler, ebedül-abadda imdadımıza yetişmeye devam edecekler izn-i İlahiyle; rıza iklimlerinde yükselmemize hız katacaklar, o halde huzurdur esen gönlümüzde, itminandır, şükürdür, hamddir. Hem de duadadır dillerimiz; kalanlara, kalacak olanlara dair:
Allahım, aramızı ıslah eyle. Kalplerimizi birbirine ısındır. Bizi selamet yollarına hidayet eyle. Bizi karanlıklardan kurtarıp nura götür. Bizi nimetine şükreden, onlarla Sana meth ü senada bulunan, onları Senden kabul edenler eyle. Üzerimizdeki nimetini tamamla. ( Camiüssağir Muhtasarı, s. 398, Hadis no: 1482)
Duadaki Nimet kelimesi neler tedai ettirir bize; Allahın nimetleri la-yüad ve la-yühsadır. (Sayılamayacak kadar çoktur.) Ayet-i Kerimesini hatırlarız aniden. Amenna...
Ey insan-ı müştekî! Sen madum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza...
Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenab-ı Hakk'ın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücud mertebelerine mukabil şükretmeyerek imkânat ve ademiyat nev'inde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden bâtıl bir hırsla Cenab-ı Hak'tan şekva ediyorsun ve küfran-ı nimet ediyorsun? Acaba bir adam; minare başına çıkmak gibi âlî derecatlı bir mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şükretmesin ve desin: "Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım" diye şekva ederek ağlayıp sızlasın. Ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfran-ı nimete düşer, ne kadar büyük divanelik eder, divaneler dahi anlar. (Mektubat, 285)
Naz ve niyaza girmeye hak iddia etmek, bütün bu nimetleri inkâr mânasına gelmez mi? Küfran-ı nimet!
Bütün bu nimetlerin başı ne?.. Onu da Rahman suresinin tefsiri beyan ediyor bizlere.
Mekke'de inmiştir. yetmişsekiz âyettir. İlk kelime olan "er-rahmân" sûreye ad olmuştur. Bu sûrede Allah'ın nimetleri sayılır. Bunlar sayılırken bütün şuurlu varlıklara hitaben "O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?" anlamına gelen ayet sık sık tekrar edilir.
Rahmân ve Rahîm (olan) Allah'ın adıyla.
1. Çok merhametli (Allah)
2. Kur'an'ı öğretti. ( Diyanet Vakfı Meali...)
Tefsirlerin hepsi ittifakla, Sure-i Celilenin başlangıcında zikredilen Kuranı öğretme nimetinin en büyük nimet olduğunu beyan ediyorlar. Öyle ki (farz-ı muhal) o nimet olmasaydı, arz ve semavatın mânası ve sırrı anlaşılmaz, ( bilvesile) Kuranın inzal edildiği Resulullah da olmadığından (haşa), yerler ve gökler de ( muhal farz) yaratılmayacak, Surenin sonraki Ayetlerinde zikredilen nimetlerin vücudu da alem-i şehadete çıkmayacaktı!
Bütün bu hatırlamlara rağmen (insan bu ya), hal-i pürmelal denizini girmekle girmemek arasındayız. Bir hatırlıyoruz: Güzel gören güzel düşünürü... Bir hatırlıyoruz bardağın dolu ve boş tarafını görme meselesini. Meslek-i hakikat ( 21. Lema ve hakikatperestlik sıddıkiyeti (Kastamonu Lahikası muvacehesinde) - Aynı zamanda güzel görmenin güzelce görmek mânasına da geldiğini düşününce, çevreye şöyle bir bakıyoruz ve nazarımıza şu ifadeler takılıyor:
İkinci fırka ise, kuvve-i gadabiyenin galebe ve tecavüz ederek ahkamın terkiyle zulüm ve fıska düşmüşlerdir. Yahudilerin temerrüdü gibi... Üçüncü fırka ise, vehim ve heva-yı nefsin akıl ve vicdanlarına galebesiyle, batıl bir itikada tabi olarak nifaka düşen Nasaradır. Dalalet, nefisleri tenfir ve ruhları inciten bir elem olduğundan, Kuran-ı Kerim o fıkrayı o sıfatla zikretmiştir. ( Said Nursi, İşaretül-İcaz, s. 27)
Üstadın bu beyanına dikkat edişimin sebebi şu:
Geçenlerde Ruhül-Beyandaki Fatiha-i Şerifenin tefsirine bakarken, Enamte aleyhim... (ilha) kelimeleriyle alakalı olarak, Mağdub ve Dallin güruhunun Yahudi ve Hristiyanlar mânasına geldiği açıklanıyordu. Sayfanın altındaki haşiyede ise bütün müfessirlerin bu ayete aynı mânayı verdikleri söyleniyordu.
Birden hatırlayamadım; acaba Fatihanın Şualardaki tefsirinde bu mâna açıkça- var mıydı?... Okuyunca gördüm ki, orada bu güruhların kimliği sarahaten değil, işareten açıklanıyordu. Bu Ayete mezkur mânayı verince bazılarının garipsemesi şaşılacak bir hal değildi yani.
Ne zaman ki İşaretteki bu ifadeleri gördüm. O zaman anladım ki Üstad Bediüzzaman bu zamanda bir mucize-i maneviyesinin telif ettirildiği Müceddid-i Zaman, Kuran-ı Kerimi sadece kendi karihasıyla değil, üç yüz bin tefsirin beyanına istinaden ( Tarihçe, Eskişehir Müdafaaları) tefsir ediyor; Kuran-ı Mucizil-Beyan hakkındaki diğer tefsirlerin açıklamaları, asrın idrakine münasip bir dil ve üslupla telif ediyor.
Ama her zeminde cari ve merğub ifadelerle...