Şirket-i maneviyeden hareketle

M. Nuri BİNGÖL

“Biz dünyadan gider olduk
  Kalanlara selam olsun”

Çok zaman dudaklarımıza takılır beyit, zihnimize asılır, dünyamıza ağar ılık ılık... Semalardan pare pare akın eden his hamuleleri gelir, yüreğimize oturur.
Üzüleceğimize rahatlarız. Madem ki  “kalan”larımız var, madem ki o “kalan”larımızın, yarım bıraktığımız şarkıları hitama erdireceklerinden eminiz. Madem ki tamamlanan o “eserler ve semereler”, “ebedü’l-abad”da imdadımıza yetişmeye devam edecekler izn-i İlahiyle; rıza iklimlerinde yükselmemize hız katacaklar, o halde “huzur”dur esen gönlümüzde, “itminan”dır, şükürdür, hamddir.  Hem de duadadır dillerimiz; “kalan”lara, “kalacak olanlar”a dair:
“Allah’ım, aramızı ıslah eyle. Kalplerimizi birbirine ısındır. Bizi selamet yollarına hidayet eyle. Bizi karanlıklardan kurtarıp nura götür. Bizi nimetine şükreden, onlarla Sana meth ü senada bulunan, onları Senden kabul edenler eyle. Üzerimizdeki nimetini tamamla.” ( Camiüssağir Muhtasarı, s. 398, Hadis no: 1482)

Duadaki “Nimet” kelimesi neler tedai ettirir bize; “ Allah’ın nimetleri la-yüad ve la-yühsadır. (Sayılamayacak kadar çoktur.) ” Ayet-i Kerime’sini hatırlarız aniden. Amenna...
“Ey insan-ı müştekî! Sen madum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza...
Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenab-ı Hakk'ın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücud mertebelerine mukabil şükretmeyerek imkânat ve ademiyat nev'inde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden bâtıl bir hırsla Cenab-ı Hak'tan şekva ediyorsun ve küfran-ı nimet ediyorsun? Acaba bir adam; minare başına çıkmak gibi âlî derecatlı bir mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şükretmesin ve desin: "Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım" diye şekva ederek ağlayıp sızlasın. Ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfran-ı nimete düşer, ne kadar büyük divanelik eder, divaneler dahi anlar.” (Mektubat, 285)

“Naz” ve “niyaz”a girmeye hak iddia etmek, bütün bu nimetleri inkâr  mânasına gelmez mi?  “ Küfran-ı nimet”!
Bütün bu nimetlerin başı ne?.. Onu da Rahman suresinin tefsiri beyan ediyor bizlere.
“Mekke'de inmiştir. yetmişsekiz âyettir. İlk kelime olan "er-rahmân" sûreye ad olmuştur. Bu sûrede Allah'ın nimetleri sayılır. Bunlar sayılırken bütün şuurlu varlıklara hitaben "O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?" anlamına gelen ayet sık sık tekrar edilir. 
Rahmân ve Rahîm (olan) Allah'ın adıyla.
1. Çok merhametli (Allah)
2. Kur'an'ı öğretti.” ( Diyanet Vakfı Meali...)
Tefsirlerin hepsi ittifakla, Sure-i Celile’nin başlangıcında zikredilen “Kur’an’ı öğretme” nimetinin en büyük nimet olduğunu beyan ediyorlar. Öyle ki (farz-ı muhal) o nimet olmasaydı, “ arz ve semavat”ın mânası ve sırrı anlaşılmaz, ( bilvesile) Kur’an’ın inzal edildiği Resulullah da olmadığından (haşa), “ yerler ve gökler” de ( muhal farz) yaratılmayacak, Sure’nin  sonraki Ayet’lerinde zikredilen nimetlerin vücudu da “alem-i şehadet”e çıkmayacaktı!

Bütün bu hatırlamlara rağmen (insan bu ya), “hal-i pürmelal” denizini girmekle girmemek arasındayız. Bir hatırlıyoruz: “ Güzel gören güzel düşünür”ü... Bir hatırlıyoruz bardağın dolu ve boş tarafını görme meselesini. “Meslek-i hakikat” ( 21. Lem’a ve “ hakikatperestlik sıddıkiyeti” (Kastamonu Lahikası muvacehesinde)  - Aynı zamanda “güzel görme”nin  “güzelce gör”mek mânasına da geldiğini düşününce, çevreye şöyle bir bakıyoruz ve nazarımıza şu ifadeler takılıyor:
“ İkinci fırka ise, kuvve-i gadabiyenin galebe ve tecavüz ederek ahkamın terkiyle zulüm ve fıska düşmüşlerdir. Yahudilerin temerrüdü gibi... Üçüncü fırka ise, vehim ve heva-yı nefsin akıl ve vicdanlarına galebesiyle, batıl bir itikada tabi olarak nifaka düşen Nasara’dır. Dalalet, nefisleri tenfir ve ruhları inciten bir elem olduğundan, Kur’an-ı Kerim o fıkrayı o sıfatla zikretmiştir.” ( Said Nursi, İşaretü’l-İ’caz, s. 27)

Üstad’ın bu beyanına dikkat edişimin sebebi şu:
Geçenlerde  “ Ruhü’l-Beyan”daki Fatiha-i Şerife’nin tefsirine bakarken, “ En’amte ‘aleyhim...” (ilha) kelimeleriyle alakalı olarak, “Mağdub” ve “ Dallin” güruhunun  Yahudi ve Hristiyanlar mânasına geldiği açıklanıyordu. Sayfanın altındaki haşiyede ise bütün müfessirlerin bu ayete aynı mânayı verdikleri söyleniyordu.
Birden hatırlayamadım; acaba Fatiha’nın  Şualar’daki tefsirinde bu mâna – açıkça- var mıydı?... Okuyunca gördüm ki, orada bu güruhların kimliği “sarahaten” değil, “işareten” açıklanıyordu. Bu Ayet’e mezkur mânayı verince bazılarının garipsemesi şaşılacak bir hal değildi yani.
Ne zaman ki İşaret’teki bu ifadeleri gördüm. O zaman anladım ki Üstad Bediüzzaman “ bu zamanda bir mu’cize-i maneviyesi”nin telif ettirildiği “ Müceddid-i Zaman”, Kur’an-ı Kerim’i sadece kendi “karihasıyla” değil, “ üç yüz bin tefsirin beyanına istinaden” ( Tarihçe, Eskişehir Müdafaaları) tefsir ediyor; Kur’an-ı Mu’cizi’l-Beyan hakkındaki diğer tefsirlerin açıklamaları, “asrın idraki”ne münasip bir dil ve üslupla te’lif ediyor.
Ama  her zeminde cari ve “merğub” ifadelerle...

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.