Sistem kavramı modern sosyal düşüncenin önemli buluşlarından biridir. Dünyanın, toplumun veya siyasal düzenin bir sistem içerisinde yapılanmış olduğunu varsayar. Varsaydığı bu sistemi çözmeye, bu sistemin çalışma şekillerini keşfetmeye ve iç ilişkilerini takip etmeye çalışır. Gerçekliğin içinde bu sistemi ararken, gördüğünü/bulduğunu söylediği sistemik özellikler mükemmele yaklaştıkça sosyal bilimcinin zihinsel bir üretimi ve yakıştırması olma ihtimali artar. Oysa görece kaotik bir nitelik arzeden gerçekliğe bir sistem metaforunu kendisinin yakıştırdığını çoğu kez fark etmez.
Toplumsal çeşitliliği organik bir bütünlük içinde tasavvur eden Emile Durkheim'e karşılık Talcot Parsons bu yaklaşımın toplumu durağan organlara indirgediğini, oysa toplumsal birimlerin aynı zamanda birbiriyle dinamik ilişkiler içinde de olan sistemlerin ilişkisini barındırdığını savundu. Ona göre toplumlar, organik farklılıkların durağanlığından öte, yine insan vücudu içinde işleyen ve organları da birbiriyle irtibatlandıran bir sistem metaforu içinde daha iyi anlaşılabilirdi. Oysa her iki yaklaşım toplumun birbiriyle tam bir dayanışma, koordinasyon ve özveri içinde çalıştığını varsayarken, toplumda görünen çatışmalar bile mükemmel biçimde çalışan bu yapının hayatiyetiyetini sürdüren işlevsel süreçler olarak geçiştirilir.
İster organik ister sistemik bir yapı olarak düşünülsün, toplumsal bütünlüğe atfedilen bu düzenliliğin bugün bir akıl oyunu olduğuna dair işaretler ve deliller daha fazla. En azından yapılar sürekli gelişiyor ve doğaları da değişiyor. İkincisi, yapıda organ olarak varsayılan hiç kimse ve hatta hiç bir birim, yapının bütünlüğünü dert etmiyor. Her birim kendi hayatiyetine, kendi çıkarına yer yer diğer organik birimlerin aleyhine olacak şekilde yaklaşıyor. Toplumun farklı çıkarların alışverişi sayesinde birbirine kenetlendiği ve alışverişin doğası geereği çıkara dayandığı, bu çıkarların çatışması halinde kaotik bir durumun kaçınılmaz olduğu tezi, doğrusu, yaşananları açıklamaya daha uygun bir tez. Birincisinden ancak totaliter, arche-politik bir siyaset felsefesi türetilebiliyor, oysa diğeri gerçekçi bir siyaset felsefesi üretebilmek için daha gerçekçi veriler sunuyor.
Her neyse, bu konu bir sosyal teori konusu. Bunları her ihtimale karşılık bir yerlere not edip tartışmamıza kaldığımız yerden devam edelim isterseniz...
Biz İslami sistem dediğimizde de biraz zihnimizde işleyip tamamladığımız mükemmel bir yapıdan bahsetmiş oluyoruz. En iyi ihtimalle bugünden okuyarak Peygamber efendimizin yaşadıklarına, ortaya koyduğu hayat modeline sistemik bir bütünlük atfediyoruz. Bu bütünlüğün zamanla, hayatla ve insanla ilişkisi nedir, bunu yeterince takdir ettiğimizi sanmıyorum. Peygamberin ortaya koyduğu modelin sistem özellikleri ne zaman ortaya çıktı mesela? Medine'nin son zamanlarında, yani son ayet de inip Kur'an ve din tamamlandığında mı? O zamana kadar Peygamberin yaşadığı İslam eksik bir İslam mıydı?
Daha canalıcı soruyu soralım: Peygamber efendimiz Mekke'de İslam'ı tebliğ ederken ortaya koyduğu hayat, mükemmel bir İslami hayat değil miydi? Peki o tarihi kesiti aldığımızda, oradan bir İslami sistem türetebilir miyiz? Galiba Peygamberin hayatından çıkan ideal örneğin kapalı bir sistemden ziyade "yol", "süreç", "hayat" gibi dinamik kavramlarla ifade edildiğine biraz daha fazla dikkat edebiliriz. İslam'la ilgili geleneksel modellerin din, ibadet, mezhep, tarik, meşrep, süluk gibi kavramlarla ifade edilmesi tesadüf olmasa gerek.
Doğrusu son ayetle birlikte "tamamlanmış bir din olarak İslam" mefhumu bizzat Kur'an'ın buyurduğu bir anlayış. O haliyle din, kuşkusuz müminlere bütün zamanlar için yol gösterecek bütün itikat, ibadet ve hayat pratiklerinin haritasını içeriyor. Ancak bütün bu haritadan İslami hayatın bir önkoşulu olarak bir sistem türetmek ne kadar mümkün? Dahası, böyle bir sistemi İslam'ın mükemmel bir yaşantısı için bütün mekanlar ve zamanlar için bir önkoşul olarak belirlemek ne kadar gerekli?
Nasıl bir sistem tasavvur edersek edelim, onun tarihteki ideal uygulama örneklerini ya bulmakta zorlanırız veya tam tersine o örnekleri retrospektif okumalarla yaratırız. Osmanlı toplum yapısına atfedilen sistemlere bir bakın isterseniz. O kadar çeşitli sistem okumalarının hangisi yek diğerine benziyor acaba? Ömer Lütfi Barkan'ınki mi, Halil İnalcık'ın mı, İlber Ortaylı'nınki mi, Kemal Tahir'inki mi?
Kur'an'a da sistemik bütünlükler isnad eden farklı okumalar olmuştur. Ortada tartışılmaz bir sistem varsa Seyyid Kutub'un önerdiği sistem Fazlur Rahman'ınkine veya Mevdudi'ninki Said Nursi'ninkine neden uymuyor? Her biri diğerinden daha sistematik düşünen bu alimlerin Kur'an'ın içeriği konusunda intaç ettikleri sistemler birbirinden farklı. Bu farklılık Kur'an'ın kendisinden kaynaklanıyor olamaz herhalde, ama belki sistematik düşünmenin güçlü bir akıl oyunu olmasından ileri geliyor. Bu akıl oyununa fazla dalıp hayatı bir sistemin veya bir yapının içine sığıştırmaya çalıştığımızda hayatın dışında kalma ihtimalimiz her zaman çok yüksek. Ne de olsa mutlak ilmin sahibinin Kelâm'ını anlamaya çalışan insan mutlak değil, beşerdir, fânidir, sınırlıdır ve bir tarihin içinden yaklaşıyordur.
İslami bir hayatın yükünü sistemler çekmez, her biri gerçek sorumluluğa sahip etiyle kemiğiyle gerçek insanlar çeker. En mükemmel İslami sistemi kursanız, Peygamberinkinden daha iyisini kuramazsınız, ama Peygamberin kurduğu sistemi Hz. Ali'den hemen sonra başa geçenlerin ne hale soktuklarını biliyoruz.
Bugün Arap ülkelerinin rejimleri veya siyasal sistemleri, başta Mısır olmak üzere her biri anayasasında İslam'ı bir kimlik, Kur'anı da temel yasama kaynağı olarak farz eden sistemler. Her birinin başında onyıllarca hükümfermâ olan diktatörler alabildiğine keyfî ve İslam'ın çıkarlarıyla hiç bir ilgisi olmayan faaliyetlerini sözde ve görünürde "İslami" olan bu sistem özellikleriyle meşrulaştırıyordu, bir kısmı hâlen böyle meşrulaştırmaya devam ediyor.
Demek ki sistemin "İslami" olması, ortaya konulan hayatın ve pratiğin İslami olmasını zorunlu olarak sağlamıyor. İslami olanı temin eden şey nedir o halde? Bu soruyla daha iyi yüzleşmek gerektiği açık.
Yeni Şafak