Bir varmış, bir yokmuş. Memleketin birinde bir dev-kurt varmış. Ne hikmetse bu mahlûku gören hiç yokmuş. Ayak izi, pençe izi, kan izi varmış; ama dev-kurttan iz yokmuş. Bu ülkede kırmızı şapkalı kız da yokmuş. Fakat kırmızı çizgili, kırmızı kaplı bir kitap varmış. Onu okuyanlar, görenler, bilenler varmış ya, onları bilen yokmuş. Varlığından haberdâr olanların gözleri faltaşı gibi açık, kan çanağına dönmüş, kırmızı renginden renk almış olurmuş. Kimse bilmezmiş onu kim yazar, kim okurmuş.
Bu dev-kurtun tarlaları baştan başa ekiliymiş. Patates, turp, havuç, yer fıstığı, yer elması niyetine kazdıkça yer altından çeşit çeşit mühimmat çıkarmış. Kim ekti bilinmezmiş, hüdâ-yı nâbit, kendiliğinden yetişir, çıkarmış. İhtiyacı olana almak mübahmış. Sevabına kullanılıp göle, denize, dereye, çöplüğe filan bırakılırmış ki kediler, köpekler, balıklar yesin; “El-hamdü lillâh, şükür!” desin…
Karda yürür izin belli etmezmiş etmesine de, ayak sesi kart – kurt diye sesler çıkarırmış yalnız. Kimine göre kalabalıkmış, kimine göre yalnız… Numara numara olduğunu da söyleyenler var: bir’den yüz’e kadar; her yerde bulunduğunu rivâyet eden var: dağdan düze kadar. “Çift mi, tek mi? Yumuşak mı, pek mi? Islak mı, kuru mu? Zurna mı, boru mu?” diyenlerinki, şimdi soru mu? Masal bu: hem var, hem yok. Baştan söyledik ya: bir varmış, bir yokmuş.
Kuyruğu varmış, uyruğu yokmuş. Her kılıfa girer, her kılığı giyermiş. Ham - olmuş; çiğ - pişmiş, ne bulursa yermiş. Yuvası derin, çok derin bir yermiş. Bilenler yer altında değil, el üstünde dermiş. Himalayalardan yüksekte bulunan himâyelerin altındaymış. Ülkenin hâkimiymiş. Rengi hâkî miymiş, mâvî – beyaz mı? Anlayana sivrisinek saz mı? Anlamayana davul zurna az mı? Canı tatlı olan şunu anlamaz mı?
Avcının biri bunu duymuş. Meleğe mi, şeytana mı uymuş. Şöhret için yola çıkmış. Zâten o yol açıkmış. Düzde, denizde, ovada, havada, dağda, bağda hep onu aramış. Gölleri, ırmakları, ormanları taramış. Bu kadar gayret sonunda işe yaramış. Susurluk’a varmış. Susuzluktan boğazı kurumuş, dili paslanmış. Tam bu sırada bir pınara rastlamış. Kana kana içmiş. Pınarın başındaki çınara yaslanmış. Yorgunluktan kendinden geçmiş. Rüyâsında bakmış bir kamyon, bir Mercedes’i biçmiş. Olanlar olacakların yanında hiçmiş. Fasa fisolar yollara saçılmış. Arabanın bagajı açılmış. Âlet – edevât çokmuş; ama bir tırnak çakısı bile yokmuş. Olanlar zabta geçmiş, kaydolmuş. Olaylar, çanta ile birlikte kaybolmuş. Mumlar, lambalar yanmış sönmüş. Devran dönmüş. Attakiler inmiş. Eşektekiler binmiş. Onuncu Yıl’a marş marş! denmiş. Herkes Onuncu Yıl’a dönmüş. Heyecandan başlar dönmüş.
Yıllar yılları, yollar yolları kovalamış. Dev-kurt büyümüş, çoğalmış. Kökleri yedi kat yerde, dalları yedi kat gökte koca bir ağaç gibi ülkeyi alttan üstten sarmış. İş olacağına varmış. Dağlarda dev-kurta özenip cart – curt eden iri çekirge sıçraya sıçraya Hanya’ya, Konya’ya, Kenya’ya varmış. Meğer o sıralarda dağlarda kurtları yemleyen, canavarları gemleyen, uzun kollu, uzun bacaklı, uzun tüfenkli, uzun bıçaklı kırmızı ve kara derili avcısı Sami amca başka planlar kurarmış.
Çekirgeyi tutmuş. Müzeye kaldırmak üzere vazoya koymuş. Uyuz tilkiye: “Bunu iyi sakla. İyi bak. İncitirsen, karışmam bak!” deyip vermiş. Önüne de kırmızı halı sermiş. Tilki, bir küçük kurt görmüş. Onu dev-kurtun yavrusu sanmış. Yaranırım diye, okşayıp bağrına basmış. Bir bilene sorup haber almak için tilki sağa – sola başvurmuş. Dev-kurt onu habersizce vurmuş. Oyunun kuralı buymuş. İş işten geçtikten sonra olayı herkes duymuş. Bilmeden “mandepsi”ye basmış. Bir çan çalmış, bir kayaya çıkmışlar. Etraflarına bakmışlar. Kimseyi bulamamışlar. Bir gölge sezer gibi olmuşlar. Hayli birlikte oturmuşlar. Nice hayaller kurmuşlar.
O yıl şubat yirmi sekiz çekmiş. Millet soğuktan neler çekmiş. Dağlara kar çok yağmış. Ovalara yağmamış mı? Yağmış elbet, dev-kurtun pençeleri her yeri yağmalamış. Millet elbisesini kırk kere yamalamış. Kürkü olan giymiş; ne mutlu kürkünü giyene! Mülkü olan yemiş; ne mutlu mülkünü yiyene!
Bahar gelmiş, yaz gelmiş. Dev-kurta yedikleri az gelmiş. Köylünün, esnafın, işçinin, memurun biriktirdiği üç-beş kuruşa göz dikmiş. Hepsinin ocağına incir dikmiş. Amma millet bıkmamış. Muhkem bir sandık yapmış. Başında gece – gündüz durmuş. Üç kâğıtçıları can evinden vurmuş. “Kesb-i kâr et, kârı kesb et; al sînene sakla pek./ Ölürsen düşmâna kalsın; dosta muhtâc olma tek!” demiş. “Hep biz kazandık, saklayacaklar sandık. Sonunda ne koltuk kaldı, ne sandık!” diyerek bu kere sandığına sâhip çıkmış. Daleveradan bıkmış.
NOT: Masalımız burada bitmedi. Ama, şimdi vermezsek bir reklam arası, yönetmen de vermez te’lif parası. 99. bölüm AZ SONRA!
(Özür: Yazarımız kendisini yerli dizi senaristi sanıyor. Lütfen uyandırmayalım!)