Siyaset mefhumu ve meslek-i hıllet, uhuvvet, hakikat, ihlas-3

M. Nuri BİNGÖL

“Bediüzzaman'ın İstanbul'daki hayatı, bir derece siyasîdir. Siyaset yoluyla İslâmiyete hizmet edilecek, diye kanaat besliyordu. Siyasî hayata karışması, İslâmiyete hizmet aşkının bir neticesi idi. Daima hürriyet taraftarı idi. Gördüğü haksızlıklardan dolayı Jön Türklere daima muhalefette bulunarak:
– Siz dini incittiniz, gayretullaha dokundunuz, şeriatı tezyif ettiniz; neticesi vahim olacaktır, diye izhar-ı muhalefetten çekinmiyordu.

Hürriyetten sonra mücahid arkadaşlariyle beraber İttihad-ı Muhammedî (A.S.M.) Cemiyetini kurmuşlar, cemiyet pek kısa bir zamanda inkişafa başlamış, hattâ Bediüzzaman'ın bir makalesiyle Adapazarı ve İzmit havalisinde elli bin kişi cemiyete dahil olmuştu.

Hürriyeti sû-i tefsir etmemek ve meşrutiyeti meşrutiyet-i meşrûa olarak kabul etmek lâzım geldiğini ileri sürerek bu hususta dinî gazetelerde makaleler neşrediyor ve hitabelerde bulunuyordu. Bu makale ve hitabeleri, emsalsiz denecek kadar beliğ ve mukni idi. Ehl-i ilim ve ehl-i siyaset, Said Nursî'nin bu yazılarından ve derslerinden çok istifade etmişlerdir. O zamandaki intibah-ı millîyi, Anadolu ve Asya'nın saadet-i dünyeviyesinin fecr-i sâdıkı olarak müjde veriyor, fakat elden kaçmaması için evâmir-i Şer'iyyeyi çabuk imtisal etmenin zarurî olduğunu ileri sürüyordu. "Eğer meşrutiyeti hürriyet-i şer'iyye ile kabul etmezsek ve öyle tatbik edilmezse, elimizden kaçacak, müstebid bir idareye yerini terkedecek" diye ihtar ediyordu.” (Tarihçe-i Hayat, 54-55)

Yukarıda izah edilen hayat safhası ile Üstad’ın daha sonraki bazı izahları – ilk bakışta- bize tezat gibi görünse de satırlara daha dikkatli bir bakış meseleyi bedihi hale getirmektedir. Bu izahlardan biri budur sanıyorum:

“On üç seneden beri siyasetten çekildim; hattâ bu yirmi bayramdır, bir - ikisinden başka umumlarında, bu gurbette, kendi odamda yalnız mahpus gibi geçirdim; tâ ki siyasete bulaşmam tevehhüm edilmesin. Hükûmetin işlerine ilişmediğime ve karışmak istemediğime delâlet eden:
Birinci Delil: On üç senedir, siyaset lisanı olan gazeteleri bu müddet zarfında hiç okumadığım dokuz sene oturduğum Barla köyünde, dokuz ay ikamet ettiğim Isparta'da dostlarım biliyorlar. Yalnız; Isparta tevkifhanesinde, gayet insafsız bir gazetecinin, dinsizcesine, Risale-i Nur'un talebelerine hücumunun bir fıkrası, istemediğim halde kulağıma girdi.” ( Age. 220)

Bu nevi ifadeleri yanyana getirince, Şeyh Bahid tarafından “ Bu feraset ancak Bediüzzaman’a hastır.” diye taltif edilen Üstad, sanki daha önce siyasete girmiş de, daha sonra “iman hizmeti”ne başlamış gibi bir zan meydana geliyor. Meselenin hiç de öyle olmadığı, hayat safhalarındaki “müstağni” hal görülünce daha iyi anlaşılıyor.

Hem Jön Türklere, hem İttihad ve Terakkiye, hem İttihad-ı Muhammedî Cemiyetine, hem Ahrarlara “istikamet” vermek için elbette onlarla temas kurmak gerekecekti ve buna da – alışılmış manasıyla- “siyaset” demek mümkün değildir. Elbette ki “siyaset-i âliye” denilen Kur’an Hizmeti’nden bahsetmiyoruz; bugünkü siyasetin gereği, “menfaat üzerine” dönmesidir. “Hakikatdarlık”tan fersah fersah uzaklaşmış bir zihniyetin “hak üzerine” dönen bir siyasi anlayışa geçit vermeyeceği de tecrübelerle kat’idir. Değişik zamanlarda “rahmet-i İlahiye” ile meselenin başka bir kalıp almayacağını kimse iddia edemez ama...

“Hâl ve istirahatımı ve vesika için adem-i müracaatımı ve hâl-i âlem siyasetine karşı lâkaydlığımı pek çok soruyorsunuz. Şu sualleriniz çok tekerrür ettiğinden, hem manen de benden sorulduğundan; şu üç suale, Yeni Said değil, belki Eski Said lisanıyla cevab vermeğe mecbur oldum.
Birinci Sualiniz: İstirahatın nasıl? Hâlin nedir?
Elcevab: Cenab-ı Erhamürrâhimîn'e yüzbin şükür ediyorum ki; ehl-i dünyanın bana ettiği enva'-ı zulmü, enva'-ı rahmete çevirdi. Şöyle ki:
Siyaseti terk ve dünyadan tecerrüd ederek bir dağın mağarasında âhireti düşünmekte iken, ehl-i dünya zulmen beni oradan çıkarıp nefyettiler. Hâlık-ı Rahîm ve Hakîm o nefyi bana bir rahmete çevirdi. Emniyetsiz ve ihlası bozacak esbaba maruz o dağdaki inzivayı; emniyetli, ihlaslı Barla Dağlarındaki halvete çevirdi. Rusya'da esarette iken niyet ettim ve niyaz ettim ki, âhir ömrümde bir mağaraya çekileyim. Erhamürrâhimîn bana Barla'yı o mağara yaptı, mağara faidesini verdi. Fakat sıkıntılı mağara zahmetini, zaîf vücuduma yüklemedi. Yalnız Barla'da, iki-üç adamda bir vehhamlık vardı. O vehhamlık sebebiyle bana eziyet verildi. Hattâ o dostlarım, güya istirahatımı düşünüyorlar. Halbuki o vehhamlık sebebiyle hem kalbime, hem Kur'anın hizmetine zarar verdiler.” ( Mektubat, 46)

Yukarıdaki metindeki “hal-i alem siyaseti” tabiri meseleyi daha da açıyor. Demek ki Üstad’ın Eski Said devrindeki içtimai faaliyeti ile 1920’den sonraki “müstağni” tavrı esnasındaki bahsettiği “siyaset” mefhumu aynı manayı ifade etmiyor.
Bilindiği gibi “hal-i alem”, alemin şimdiki hali demektir. 16. Mektuptaki “hal-i hazır Hristiyanlık” tabirinden, İslami ıstılahtaki “hakiki” ehl-i kitabın kastedilmediği gibi...
Risale-i Nur Müellif-i Muhterem’in 1. Şua’da izah ettiği gibi “kısmen ilham” olduğuna göre, kullanılan kelimelere “kendi yaralanmış ve asimile edilmiş” kendi “ kafa feneri”mizle mana vermeye kalkınca, “ Allâme” sıfatına tam layık bulunmuş “Müceddid-i Zaman”a “bühtan-ı azim” yapmış gibi bir hale giriyoruz; aman dikkat!

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.