Biliriz; herşeyin ifratı da, tefriti de zarardır. Öyle bilir, ama öyle davranmayız. ‘Vasat’ın ve ‘denge’nin izini sürmek yerine, ifrat ve tefrit arasında dalgalanmalar ile geçer hayatlarımız.
‘Siyaset’e bakışımız için de bu böyledir. Siyasete dair duruşumuz, ifrat ve tefrit arası salınımlarla geçer durur. Ya siyasetin sorumluluk alanındaki meselelerde dahi ‘siyaset’in üstüne düşen vazifelere karşı duyarsız bir ‘apolitiklik’ bizi kuşatır; veya siyasetin üstüne farz olmayan yahut istese de çözemeyeceği meselelerde dahi adımı ve çözümü ondan bekleyen bir ‘politik’lik.
Bugünün Türkiye’sinde, özellikle dindar kişilerin ve toplulukların siyasetle ilişkisine baktığımızda, dünün ‘tefrit’ine karşı bugünün ‘ifrat’ı çıkıyor karşımıza. Öyle ki, dün bir siyasî duruşu ifade ve beyan etmesi gereken zeminlerde bile siyasetten ziyadesiyle uzak durmuş dindar kişi ve grupları, bugün siyasetin konusu olmayan meselelerde dahi işi siyasete bırakmış halde görüyoruz. Dünün ‘apolitik’leri dahi, bugün ziyadesiyle ‘politik’leşmiş halde. Bu süreçte, kendilerinin çözebileceği meseleler için ‘siyaset’in kapısını çalanlar olduğu gibi, siyasetin çözemeyeceği meseleleri siyasetin çözmesini bekleyenlerimiz de var. Veya, asıl vazifesini bırakıp, siyasetin vazife alanından rol devşirmeye başlayanlar…
Açalım:
Siyaset, bir boşlukta doğmaz. Hadisin haber verdiği üzere, biz ‘nasıl’ isek, öyle idare olunuruz. Zira, âyetin haber verdiği gibi, bir topluluk kendini değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez.
Sözün kısası, sanılanın aksine, siyaset toplumu biçimlendiriyor değildir; toplum siyaseti biçimlendirir. Kur’ân’ın haber verdiği üzere, Firavun, kendileri gibi etten kemikten yaratıldığı halde sorduğu “Ben sizin en yüksek rabbiniz değil miyim?” sorusuna, kavmi “Evet, sen bizim en yüksek rabbimizsin” diye cevap verdiği için firavun olmuş ve firavunluğunu sürdürüp korumuştur. Nemrut’lar, Şeddad’lar devrinden başlayarak, bugünün her türden siyaset mühendisliğine ve her türden otoriter-totaliter diktatörlüğüne varıncaya kadar, mesele budur. Bir toplum ‘nasılsa öyle’ yönetildiğine göre, ‘öyle değilse’ eğer, onu öyle yönetmeye kalkanlar er veya geç hüsrana uğramıştır.
‘Avrupa kâfirlerinin ve Asya münafıkları’nın Müslüman dünyada yaşadıkları hüsranın sebebi budur. Siyaset, yüz küsur senedir İslâm’a karşı her türden silahı ve imkânı kullandığı halde toplumu istediği şekilde değiştirmeyi ve dönüştürmeyi başarabilmiş değildir. Bilakis meselâ bu ülke bugün Kemalist elitlerin doksan sene önce hayal ettiğinin tam zıddı bir siyasetçi tablosu arzediyorsa, keza İslâm ülkelerinde ‘adalet’ ve ‘özgürlüğün’ yüzyıllık siyaset ve toplum mühendisliklerinin iflası anlamına geldiğinin idrakiyle birileri zulümle ve zorbalıkla eski düzenlerinin ömrünü uzatmaya yelteniyorsa, sebebi budur.
Bu gerçek, toplum özünü muhafaza ederken birilerinin onun üzerinde baskıcı bir yönetim kurguladığı durumlar için ileriye dönük bir ümidi bize aşıladığı gibi, siyasetin toplum tarafından biçimlenir hale geldiği durumlara dair de bir sorumluluk yüklüyor. Zira bu gerçekle anlıyoruz ki, aslolan ‘siyasî iktidar’ değil, aslolan ‘toplumsal iktidar’dır. Siyasetin toplumu ele geçirmesi ihtimalinden çok daha geçerli olan, er ya da geç toplumun siyaseti biçimlendirmesi olduğuna göre, ‘erdemli siyaset’in iktidarını sürdürmesi için ‘erdemli toplum’ özünün korunarak büyütülmesi her zaman için öncelikli meseledir. Bu ise, ferden ferdâ bir iman, ahlâk ve takva talimini bütün meselelerin önüne ve üstüne koyar bizim için.
Nitekim, Bediüzzaman’ın, ‘siyaset’ için koyduğu en ileri hedef ‘ittihad-ı İslâm’la birlikte gerçekleşecek bir küresel barış’ olmasına karşılık bu en ileri noktada bile Nur Talebelerinin ‘siyasetle bilfiil temas’ yerine ‘iman hakikatlerinin tebliği’ne devam edeceklerini söylemesi bu sebeptendir.
Gelin görün ki, bugünün Türkiye’sinde, Nur Talebeleri dahil dinî hizmetle kendisini tanımlayan kişiler ve gruplar bu gerçekten sarf-ı nazar etmiş gözüküyorlar. ‘Toplumsal’ın ‘erdemler’ ve ‘ilkeler’ dahilinde şekillenmesi öncelikli olarak onların vazifesi iken ve onların hizmetine bakmakta iken, hepsinde ‘nasıl olsa alnı secdeye değen insanlar başımızda’ rehaveti göze çarpıyor. Ve kimse, meselâ başımızdaki kişi devlet için ‘dindar gençlik’ yetiştirme diye bir hedefi de zikrettiğinde, hayır bu ‘siyasetin işi’ değil, öncelikli olarak fertlerin, ailelerin, toplumun işi diyerek bir tavır, tepki, refleks geliştirmiyor.
Halbuki, bu alanda devlete düşen asıl vazife, ‘yetiştirmek’ değil, ‘yetişme’nin önündeki engel olmamak ve ‘yetişme’nin önündeki engelleri kaldırmaktır. Gölge etmemek ve gölge edenleri gölge ettikleri yerden alıp kaldırmaktır. Hâlâ bu ülkenin kurtuluşunu bir ‘insanın’ hesabına yazıp herkesi o insana minnete mecbur bırakmayı hedefleyen ‘müfredat’ gölgesini meselâ. Ötesi, en başta anne-babaların, ailelerin, toplulukların ve toplumun vazifesidir.
Ancak, başımızdaki insanların alnının secdeye değiyor olması gerçeğinin rehavetiyle, kişileri, aileleri ve toplulukları kendi vazifeleri olan bu işi ‘devlete ihale eder’ halde görüyoruz. Bu rehavetle, ‘toplumsal’ı ‘siyasal’a havale ediyor dindar kişiler, aileler ve dinî cemaatler.
Halbuki, iman, ahlâk, amel-i salih ve takva, son tahlilde, kişilerin iradelerine varıp dayanır. Aslolan, insanların kendi özgür iradeleriyle, içlerinden gelerek bu doğrulara yönelmesini sağlamaktır. Bu ise, siyasetin ‘telkini’ veya ‘icbarı’ ile değil; toplumsal alanda ‘temsil’ ve ‘tebliğ’ ile gerçekleşir.
Dahası, bir çocuğun ölüm karşısında duyduğu korkuyu, bir gencin hayatına anlam arayışını, bir yaşlının ölüm ötesine dair endişelerini siyaset çözemez. Varoluşa dair sorular, en temel sorulardır; ama bu soruların cevabına siyasetin talip olması, cevaplar doğru bile olsa, ‘sempati’ değil, ‘antipati’ oluşturur. Hayır, her meseleyi siyaset çözmez. İmana, ahlâka, takva ve amel-i salihe dair vazifeler doğrudan bize, kişilere, ebeveynlere, ailelere, topluluklara ve topluma bakmaktadır.
Bugün bu açıdan baktığımızda, dindar kişileri de, dinî cemaatleri de müthiş bir aymazlık içinde görüyorum.
Bu aymazlıktan uyanmazsak, ‘asayiş berkemal’ zannederken, hazin bir gelecek tablosu bizi karşılayabilir…