Bugünkü eğitim yazımın başlığı pek öyle buram buram eğitim kokmuyor gibi duruyor.
Aslında pek de öyle değil, açmaya, açıklamaya çalışacağım.
21. yüzyılın içinde bulunduğumuz senelerinde siyasi başarının olmaz ise olmazları geçen senelere, geçen on yıllara oranla büyük ölçüde değişmiş bulunuyor.
Siyasi başarının sürdürülebilir, kalıcı koşullarının iki temel faktöre indirgenebileceğine düşünüyorum.
Sürdürülebilir siyasi başarının özü ekonomik büyümenin sürdürülebilirliğine, ekonomik büyümenin sürdürülebilirliği ise iki temel faktöre bağlı.
Bu faktörlerin birincisi kamu maliyesi disiplini, ikincisi ise eğitimin yaratıcılığa dönüşmesi.
Siyasette başarılı olmak, iktidarınızı sürdürmek istiyorsanız birinci koşul ekonomik istikrar, ekonomik istikrarın ve sürdürülebilir büyümenin birinci koşulu ise bütçe disiplini.
Bütçe disiplinin tanımı ise milli gelirin yüzde üçünün çok altında bütçe açığı demek.
Bir ekonomi, bir ülke, bütçe açığı vermiyor ve açık vermeyen bütçesinin içinden etkin, rekabetçi bireyler üreten bir eğitim süreci çıkarabiliyor ise o ülkenin 21. asırda önü açık olacaktır.
Meseleyi, kalıcı siyasi başarıyı iki temel faktöre indirgiyorum: Bütçe disiplini ve yaratıcılığa prim veren eğitim sistemi.
Türkiye geçtiğimiz on yıllarda bu iki faktörün ikisinden de sınıfta kaldı.
Çok büyük bütçe açıkları (1979-2004 ortalaması yüzde onun biraz altında) ve dökülen bir eğitim sistemi.
Ülkemiz son senelerde çok önemli bir hamle ile iki meseleden birini, bütçe açıkları yani bütçe disiplini meselesini çözmüş gibi duruyor; burada bile çok net konuşamıyorum zira bir dizi sosyolojik-politik nedenden kalıcı mali başarının anahtarı olan beyannameli dolaysız vergi mükellef sayısı hala çok düşük ve bu alanda (mesela kayıtdışı ekonomi, basit usul, muafiyetler, vs.) bir ilerleme sağlanamıyor.
Bu yapısal olumsuzluğa rağmen bütçe disiplininde gelinen nokta muhteşem.
Ama eğitim hem niceliksel, hem de niteliksel olarak dökülüyor.
Bu “dökülme” durumunun altında yatan temel neden de kanımca eğitim meselesine hem bürokrasinin, hem de toplumun bir nicelik (kantitatif) sorunu olarak bakması; öğrenci başına harcama, öğretmen başına öğrenci hep temel hedefler.
Oysa kimse meselenin nitelik, ideolojik boyutuyla ilgilenmiyor (hakkını yemeyelim, yeni Bakanımız Ömer Dinçer meselenin vahametini görmüş gibi).
Eğitim süreçleri farklılaşmayı değil, benzeşmeyi kutsayan bir ideolojiyi şırınga ediyorlar.
Bizim tüm eğitim modelimiz, ingilizcedeki “inculcation” kelimesi üzerine oturtulmuş; bu kelimenin tam tercümesini bile yapamıyoruz.
“Inculcation”, doğru ya da yanlış, etkinliğe, yaratıcılığa hizmet edip etmemesine bakılmaksızın, bir dizi “laik-kutsal”, çağın çok gerisinde kalmış kavramın ezberletilmesine, içselleştirilmesine, düşünce ve davranış kalıbı olarak benimsettirilmesine dayanıyor.
Ve böylece de Türkiye büyük ekonomik sorunlarla karşı karşıya kalıyor.
Örneğin, yaşadığımız cari açık probleminin özünde bu “inculcation” (yanlışları kafaya kakarak doğru imiş gibi öğretme diyebiliriz) meselesi yatıyor zira bu süreçten geçen bir gencin, yurttaşın artık yaratıcı olması, yüksek teknoloji malı, yüksek katma değer içeren mal üretmesi mümkün olmuyor ve yedi yüz milyar dolarlık ekonomimiz içinde senede yüz milyar dolar ticaret açığı verebiliyoruz.
Kalıcı siyasi ve ekonomik başarı bütçe disiplinini sürdürmekten ve eğitimde saçma sapan şeyleri kafaya kakmayla mücadeleden geçiyor.
Mesele iki ayaklı, hem kolay, hem de çok ama çok zor; bütçe disiplininden taviz vermeyeceksin ve yaratıcılığa prim veren bir eğitim sistemi inşaa edeceksin.
Siyasi ve ekonomik başarı 21. yüzyılda bu demek olacak.
Star