Sevgili Mehmet Bey,
Hayli zamandır Sizden haber alamıyoruz. Daha önceleri, bânîsi olduğunuz kanallardan, seçkin eğitim kurumlarınızdan dolu dolu haberler alırdık. Şimdi, ne oldu anlayamadık; derin bir sessizlik ortalığa hâkim oldu.
Yapılan muâmele, elbette Size lâyık değildi: ne o öyle; bütün telefonlaşmalarınızı, görüşmelerinizi gizli gizli dinleyip kayıt altına almak! Derinlerden gelen fısıltıları, elektronik ortamlarda bütün millete dinletmek! Bu samîmî muhâverelerden ahkâm çıkartmak! Yakışmadı, yakıştıramadık, derin saygıya şâyeste bir büyüğümüze yapılan bu tür hareketleri yadırgadık. Ama şuna kesin emîn olduk ki, bu memlekette mes’ele vatanı kurtarmak olduktan sonra gerisinin teferruât olduğuna inanan bir avuçtan fazla adam yokmuş… Yazık, çok yazık!
Biz Sizi baş üstünde taşırken, bâzı nâdânlar kaş altına da değil göz altına almaya kalktılar. Böyle tenzîl-i rütbeyi kabullenmek mümkün mü? Biz Sizi pamuk ellerle, ipek ellerle temiz ellerle uğurlamaya kıyamazdık. Sizi sert ellerle demir eller mi uğurlayacaktı?!. Ne kötü tâlih!
“Beni Türk hekimlerine emânet ediniz.” diyen devlet büyüklerine ittibâen, vaktiyle bizler de ser-i bülend-i devletimizi Size emânet etmiştik. Titreyebilen bir cismi, yattığı yerden devleti yönetebilecek bir duruma getirdiğinizi iftihârla duymuş; göğsümüz kûs-i mehter gibi kabarmış, İskoç gaydası gibi şişmişti… “Düşenin dostu olmaz.” fehvâsınca, Zât-ı mâhirlerinizin bu hazikane gayretinizi örtmek için güft ü gû edenlere baksak, emânete hiyânet suçunu Size yükleyiverecekler… Bereket, bizlerin böyle boş laflara karnımız tok; bu kabil takbîhleri yutacak kursağımız yok…
Biliyoruz, bu gafiller Sizin kalbinizi kırdılar. Elbette kırdılar ki, birkaç saat içinde kırılmış kalbinizin onarılması için, yoldaşların, meslekdaşların, birâder-kardaşların himmeti ile bîmârhâneye yatırıldığınızı işittik de; kalbimiz müferrâh oldu. Gönlümüz sürûrla doldu. Lâkin, o gün – bugün hâlâ Sizden bir haber alamadık, Sevgili, Saygılı Mehmet Bey! Ona yanıyoruz… Halk ozanları bunun için mânîler bile dizmiş:
Silivri’nin yoğurdu,
Seni kimler doğurdu?
Teşhîsini koyarken
GA/LA/TA’ya mı sordu?
Sizden hiç haber alamasak bile, Sevgili, Saygılı Mehmet Bey, gönlümüzün hep Sizinle olduğunu unutmayın. Sizi bize aslâ unutturamazlar! Ne demek? Biz böyle vefâsız bir millet miyiz? Biz bozkırlardan kopup gelen, “Ya kuzgun leşe, ya devlet başa!” felsefesiyle yoğrulmuş, er oğlu erleriz. Elbette, başlarımızı, başbuğlarımızı severiz. Devletimiz için kurşun yiyeni de, kurşun sıkanı da, bir – iki fing atanı da, bir/ifing vereni de, neşter vuranı da, alıp – satanı da başımızın - gözümüzün üstünde tutarız… Bizim târîhimizin altın sayfalarında nice başını vermeyen şehîdler vardır. Biz de öyle kolay kolay başımızı vermeyiz; kaptan köşkünden baş altına, göz üstünden göz altına aldırmayız…
Kimse bize: “Devletimiz nefes aldırmıyor, dağa adam kaldırmıyor, kayıplara karışanlardan haber aldırmıyor,.” dedirtemez! Tükürdüğümüzü yedirtemez! Kanlıca’nın yoğurdu, Silivri’nin yoğurdundan tatlıdır. Bu söz boş değil; şâhidli ispatlıdır. İşin öz’ü budur; gerisi bir yığın iddiâdır… Bâzı Küçük şahıslar kıskansalar bile bu, budur!
“Gözden ırak olan, gönülden ırak olur.” diyen atalar, nûr içinde yatalar. Halkımızın hâfızası 45 dakîkadan 15 dakîkaya ineli çok oldu. Bunlar da unutulur… Ama biz yine de Sizden haber almak istiyoruz, Mehmet Bey!