“Beni dinle!” dediniz, biz de dinledik… Amma acâipsiniz, dinlesek bir türlü, dinlemesek bir türlü! Bu memlekette herkes kendi sözünün dinlenmesini ister. İster boşa, ister doluya konuşsun; yeter ki bir dinleyen bulunsun… Fenâ mı ettik yâni, sizi hem dinledik, hem de dünyâ âleme dinlettik. Teşekkür edeceğinize şimdi kızıyorsunuz…
Millet bizi dinlesin diye şehir – köy geziyorsunuz. Vaatlerle, olmayacak ümitleri hayal pompası ile şişirerek halkı etrafınıza topluyorsunuz. Sağdan, soldan; köyden, kentten topladığınız taraftarlarınızı meydanlara yığıyorsunuz. Çeşit çeşit vâsıtalarla sesinizi her yere duyurmak için bağırmaktan sesiniz kısılıyor. Sonra kalkıp “Bizi nasıl dinlersiniz!” diye kıyâmeti koparıyorsunuz. Olacak iş mi bu?
“Sakalım yok ki, sözüm dinlensin.” demişler atalar, nûr içinde yatalar… Biz sizin ne sakalınıza, ne saçınıza bakmadan dinliyoruz. İster nâzik, ister kaba bütün konuşmalarınızı sîneye çekiyoruz. Gece, gündüz; ikili, üçlü; gizli, açık; telefonla, telsizle; sağır dilsiz işâretiyle, sessiz sinema bilmece târifiyle; jestle, mimikle ne kadar konuşmanız varsa dinledik. Eee, daha ne isteyebilir bir insan?!.
Hani bir zamanlar halk arasında yayılmıştı: “Ağzı olan konuşuyor.” diye. Mâdem öyle, şimdi de “Kulağı olan dinliyor.” desinler bakalım. Hem zâten, atalarımız “İki dinle, bir konuş.” buyurmamışlar mı? Biz de onu yapıyoruz işte. Hattâ, bin dinleyip, bir konuşmak lâzım geldiği şu hâlimizden anlaşılmıyor mu? Dudak okuyucuları tarafından anlaşılıp çözülmesin diye, büyük adamlar konuşurken elleriyle ağızlarını perdeleyeli bizim meslek revaç buldu. İğnenin deliğinde olsanız, evvel Allah, dinleriz. Yeter ki, konuşun…
Psikolojiye bakılırsa, insan konuştukça rahatlar, dinlenirmiş. Biz de sizi dinlendirmek için dinliyoruz. Rahatlamanızı sağlıyoruz. Bu yönden, bize teşekkür borçlu olduğunuzu söylesek ayıp olur. Yok, öyle bir kabalık yapmayız. Ancak, şu hizmetimizin karşılığı böyle ortalığı velveleye vermek hoş kaçmadı. Nedir o tâ Çankaya’lara kadar çıkmalar! Grup grup, tâife tâife nümâyiş yapmalar! Korkarız, yaşayanlara şikâyetle yetinmeyip ecdâdınıza arz-ı hâl için anıtlara, tepelere yürürsünüz… Söylediniz, dinledik; söylemeseydiniz, dinlemezdik… Yakışıyor mu?
Bu bizim yaptığımız kamu hizmeti; şahsımız için bir şey diliyorsak, bakan olalım! Yâni, uzaktan dinleyen, uzaktan bakan… Hem, yalnızca dinliyoruz; hiç sizin sözünüze karışıyor muyuz? Lafınızı kesiyor muyuz? Ukalâlık edip,”Efendim şurası yanlış, şurası hatâ.” diye araya giriyor muyuz? Koyun kaval dinler gibi, memur âmirini dinler gibi, öğrenci öğretmenini dinler gibi dinliyoruz işte… O kadar söze karşı bizden bir “tık” yok. Eh, siz böyle bir dinleyiciyi mumla arasanız bulamazsınız…
İncindik, yemin olsun ki, incindik. Kalbimiz kırıldı. Şunun şurasında sırf vatan, millet, Sakarya deyip duran; yıllarca esip savuran hayrânı olduğumuz kahramanlarımızı yakından tanımak aşk ve şevkiyle, yine vatan, millet, Sakarya aşkına dinledik diye, söylemediğinizi bırakmadınız. Aşk olsun! Bunca fedâkârlığa böyle karşılık gör de, kırılma…
Küçükten kusur, büyükten af. Küçükten çam devirmek, büyükten gaf. Küçükten dinlemek, büyükten laf. Bizi sevseniz de, dövseniz de sizi dinleriz. Bizim terbiyemiz başka türlüsüne müsâit değil. Kemiklerimizin iliğine işlemiş, kanımızın zerreleri böyle yoğrulmuş. Hani öğünür dururuz ya: biz asker milletiz. Üstlerimizi dinleriz. Biz hep ast, sizler hep üst olduğunuz için; düzeni alt üst etmemek için; yanlış bir halt etmemek için sizi dinleriz. “Emir demiri keser.” diye öğrettiniz. Emrinizi dinledik.
Konuşmaya fırsat vermediniz. Ne zaman ağzımızı açsak susturdunuz. Devamlı: “Konuşma!”, “Çeneni kapat!”, “Bak, hâlâ söyleniyor!”, “Dinle oğlum!”, “Dinle ulan!”, “Dinle be kafasız!”, “Dinlesene hey şapşal!” dediniz; dinlemeyi öğrendik, dinledik.
Gel de çık işin içinden… Konuşmayı unutturdunuz, dinlemeye alıştırdınız. Şimdi de, kalkmış, “Bizi niye dinliyorsunuz?” diye bağırıp, çağırıyorsunuz. Vallâhi, ne yapacağımızı, nasıl davranacağımızı, sizleri nasıl memnûn edeceğimizi bir türlü anlamadık gitti…