İslami hizmetler noktasında efradına cami ve ağyarına mani tanımlamalar yapılmalı. Usul ve yöntem meselesi önemlidir. Cemaatlerin sağlıklı yapılanıp yapılanmamaları usul ve yöntem riayetlerine bağlıdır. Ulema bu konudaki yöntemleri belirlemiş ve bunun dışına çıkanları sapmalar konusunda uyarmıştır. İslam’da fırkalaşmanın temel nedenlerinden birisi siyasi yorum ve tavırlardaki sapmalardır. Bu siyasi sapmalar zamanla ameli ve itikadi sapmalara neden olarak fırkalaşmayı veya Kur’an buyruğuyla hizipleşmeyi getirmiştir. Hizipleşme ise uhuvvet dairesini zedeler ve yabancılaşmayı doğurur. Kaş yapayım derken göz çıkarmaya neden olur.
İslami hizmet alanında yöntem meselesini analiz ederken İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti göz önüne alınması gereken önemli örneklerden birisidir. Kurucusu Derviş Vahdeti’dir ve 31 Mart vakasından sonra idam edilmiştir. Bediüzzaman’ın bir devre kısmi temas halinde olduğu cemiyetlerden birisidir. Derviş Vahdeti bütün Müslümanları veya umumu temsil etmediği halde kurduğu cemiyete umum bir isim verir. Bu ise temsiliyet sorununa yol açar veya kafa karışıklığına neden olan hususlardan birisidir. Bediüzzaman, İttihad-ı Muhammedî “cemiyet veya fırkasına” değil de, ismine, mânâsına intisap eder. Bu hususta şunları söyler: ”O mübarek isme intisap ettim. Lâkin tarif ettiğim ve dahil olduğum ittihad-ı Muhammedînin (asm) tarifi budur ki: Şarktan garba, cenuptan şimale uzanan bir silsile-i nuranî ile merbut (nuranî zincirlerle bağlı) bir dairedir. Dahil olanlar da bu zamanda üç yüz milyondan (bugün bir buçuk milyardan) ziyadedir. Bu ittihadın birlik yönü ve irtibatı, tevhid-i İlâhîdir. Peyman ve yemini, imandır. Müntesipleri, kàlû belâdan dahil olan umum Müslümanlardır. Yoksa, sebeb-i iftirak (ayrılık sebebi) olan fırkalardan, partilerden değilim... Amma, İttihad-ı Muhammedî (asm) ki, umum mü’minlere şamildir; cemiyet ve fırka değildir….”
Derviş Vahdeti’den sonra Mısır’da 1970’li yıllarda Şükrü Mustafa adıyla bir zat zuhur eder ve bir cemaat teşkil eder ve kendine umumu hatırlatan bir ad koyar: Cemaatü’l müslimin. Böylece bütün Müslümanları kanatlarının altına aldığı intibaını verir. Bunun üzerine Müslüman Kardeşler hareketinden İsam Attar gibiler bu harekete ve adına itiraz eder. Müslümanlar Cemaati ortak bir fırkayı ve bütün Müslümanları temsil eder bir isimdir ve bunu bir grubun tekeline alması veya böyle var sayması kabul edilemez ve birçok sorunu da beraberinde getirir. Dahil olmayanlar İslam dairesinden mi çıkacaktır? Fırka anlamında Müslümanlar tek bir fırkadır ve bu da geniş İslam dairesidir. Bunun tarihi süreçteki isimlerinden veya alt basamaklarından birisi Ehl-i Sünnet ve’l cemaat kabul edilmiştir. Ehl-i sünnet ve’l cemaat ise ortak anlayış ve en geniş çatıdır. Bundan dolayı Şükrü Mustafa ve arkadaşlarına İsam Attar şu tavsiyede ve telkinde bulunmuştur: ”Cemaatü’l müslimin adından vazgeçin. Hizmet ünitesi olarak kendinize cemaatün mine’l müslimin/ Müslümanlardan bir ünite ve bir grup deyin.” Tekelci anlayışlar bizzarure, zorunlu olarak tekfirci ve dışlamacı olmak zorundadır bu da tefrikaya hizmet eder.
Kaderin bir cilvesi olarak Derviş Vahdeti haklı veya haksız 31 Mart vakasının maznun veya kahramanlarından birisi olmuştur. İdam edilmiştir. Mısırlı Şükrü Mustafa da aynı şekilde 1977-78 yılında Muhammed Zehebi’nin kaçırılması ve öldürülmesi olayına veya fitnesine karışmış veya tertibine uğramışlar ve netice olarak bazı arkadaşlarıyla birlikte idam edilmiştir. Ezher ulemasından Muhammed Zehebi onları Hariciler olarak nitelendirmesi üzerine 1977 yılında kaçırılmış ve ardından infaz edilmiştir. Bir kuşla çift kuş vurmak için aslında bu işi derin yapılanma veya devletin yaptığı ama Şükrü Mustafa ve arkadaşlarının üzerine yıkıldığı ileri sürülmüştür. Bununla birlikte genel yöntemleri üzerine gölge düşmüştür. Muhammed Zehebi değil aynı zamanda İsam Attar gibiler de tekelci yaklaşımlarını takbih etmişlerdir. Tekfircilik tekelciliğin kardeşidir. Kendileri de devletin itibarsızlaştırma amacıya taktığı Tekfir ve Hicre ismini benimsemeseler de ulema da kendi kendilerine verdikleri Cemeatü’l müslimin adını kabullenmemiş bilakis reddetmiştir. Kimse Müslümanların genel adını özelleştiremez ve etiketi olarak kullanamaz. Bediüzzaman İsam Attar’ın yaklaşımını bir nevi şöyle ifade etmiştir: "Mesleğim haktır veya daha güzeldir, demeye hakkın var. Yalnız hak benim mesleğimdir, demeye hakkın yoktur." Bunun bir adım ilerisi "tek hak meslek benim mesleğimdir" anlayışıdır. Bunu söyleyen kendisini peygamberin yerine koymuş olur. Halbuki, Peygamberden (S.A.V.) sonra esas şudur: Küllühüm min resulillahi mültemisun. Herkes resullalahtan hissemenddir. İslamiyet güneş gibidir ve herkes bu güneşe muhataptır. Ayrım ve ayrıcalık gözetilmez. Kim kendi çatısının İslam çatısı kadar büyük veya ondan da geniş olduğunu tasavvur ediyorsa yanılıyor. İslamiyet ihata eder ama ihata edilmez. Müslümanların tefviz ve rızasını almadan onları temsil ettiğini düşünen ve onlar adına hareket eden sadece kendini aldatır. Herkesi kuşatma veya kucaklama iddiası propaganda mertebesinde kalır. Hakikat mertebesine çıkamaz ve sadece ihtilafları körükler.
Burada iltibasa neden olan hususlardan birisi ‘sırran tenevveret’ meselesinin yanlış anlaşılmasıdır. Buradaki gizlilik cebri şartlar altında ikrah-ı mülci durumundaki dindarların kendilerini gizlemeleridir. Yoksa gizli örgütlenme veya yapılanma değildir. Roma tasallutu altındaki Hıristiyanların durumu gibi olmaktır. Bu, Şia’daki takiyye inancıyla Sünnilikte ölüm karşısında kalan kişinin dinini gizlemesi arasındaki fark gibidir. Birisi zaruret tahtındadır diğeri de meslektir. Bu ibadetin adet haline gelmesi gibi bir şeydir. İstisnai bir durumun kural haline gelmesidir. Tasavvufta kurallardan birisi kerametin düzenli hale gelmemesidir. Düzenli keramet yoktur. Dolayısıyla gizli örgütlenme biçiminde bir hizmet anlayışı meşru değildir. Bidattır. Batini veya Ehl-i Sünnet dışı ekollerin çalışma yöntemlerinden biridir. Sızmaya dayanan bir hizmet anlayışı örgütlenmeye götürür. Örgütlü hareket ise ihtilal düşüncesine zemin hazırlar. Manevi bünyelerde güç ve gizlilik ifsat eder. Sızma örgütlü yapıyı akla getirir ve güveni ortadan kaldırır. Kucaklamayı değil, rekabeti ve dışlamayı beraberinde getirir. Bu ise Bediüzzaman’ın cemiyet dediği kapsama girmektir. Halbuki, Bediüzzaman’ın ihtiyar ettiği cemaat tarzı hizmettir. Bu yöntem ise sızmayı değil yansımayı yani tesir sahasını genişletmeyi esas alır. Bu tesir sahasına herkes muhataptır. Dolayısıyla örgüt biçimini almaz. Bu nedenle siyasete giren bile kendi namına girer. Ehli imana karşı tarafgirliğe düşmemek için siyasi hayata giren kendi özelinde girer. Cemaati bağlamaz.
Burada kurmaca yaklaşımlardan birisi de iman, hayat ve şeriat mertebelerine göre gizli faaliyetleri tecviz etmek ve benimsemektir. Hayat ve şeriat basamakların gereğini gizli faaliyetlerle irtibatlandırmaktır. Halbuki yöntem iman dairesinde ne ise hayat ve şeriat dairesinde de odur. Biz ahbara değil ahkama tabiyiz. Ahkam da inşai naslar tabidir. Mehdilik kesbi bir mesele değil ki onun namına kurguyla hareket edilsin. Hak kimseyle deveran etmez. Dolayısıyla herkes ahkama tabidir. Bundan dolayı Bediüzzaman: ”Benim görüşlerim de olsa mihenge vurun” diye kuralları ve ahkamı göstermiştir. Ahkamsız bir İslami anlayışın getirdiği nokta ihlas üzerine değil ihtiras üzerine vuruşmak ve kapışmaktır. Gücü, hakkın, kemiyeti de keyfiyetin yerine koymaktır.
Burada referans sistemini tahkim etmek ve kim olursa olsun buna uymayanları da teşhir etmek ve hizmet yöntemi olarak ehl-i bidat akımı olarak damgalamak gerekir. Bunu yaparken de inanmış tabandaki zümreleri intibaha getirmek ve uyandırmak gerekir. İçinde bulunduğumuz zaman zarfında ihtilale teşebbüs eden anlayışın, sadece siyasi anlamda değil dini anlamda da keyfi bir yaklaşımı benimsediğini, kural yerine lideri esas aldığını görebiliyoruz. Bu bizi tasavvufta şatahata ve ehl-i bidat fırkalardaki guluv anlayışına götürür. Yanlışlıkla iç içe yaşayanlar ülfetten dolayı yanlışı fark etmekte zorlanacaklardır. Onlara, kendilerini ve yaptıklarını fark ettirmek için dışarıdan ayna tutulması gerekir. Büyümeyle gözleri kamaşanlar ileride ellerinde hiçbir manevi sermayenin kalmadığını göreceklerdir. Bundan dolayı büyük görev Risale-i Nur şakirtlerine ve Üstadın yaşayan talebelerine düşmektedir. Hak namına Risale-i Nur’a uyan ve uymayan hizmetleri birbirinden ayırmak gerekir. Ki insanlar delil ve beyyine üzerine olsunlar. Yapılanları ölçüye vurarak ölçü dışı kalanları ikaz etmek ve taraftarlarını bu vartadan kurtarmak gerekir. Kurtuluş yolu, asla rucu etmektir. Bediüzzaman’ın talebelerinin bir biçimde manifesto yayınlamaları bir milat olmuş ve önemli bir görev ifa etmiştir. Aynen dedikleri gibidir: "Partilerle pazarlık, devlette kadrolaşmak Risale-i Nur'un iman ve Kur'an hizmetiyle tezat teşkil eder." Bunun ötesine taşanlar iyot gibi açıkta kalmalıdırlar.