Hayatın hangi alanına bakarsak bakalım, bir ikili ayrımla yüzyüze geliriz. Doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin, hayır-şer, hak-bâtıl.. gibi tüm ayrımlar, varoluşun kaçınılmaz gerçekleridir. İnsan, bu ayrımları net bir biçimde çizip, kendi yerini net bir şekilde belirlemekle yükümlüdür.
Ve, tam da bu noktada ‘küçük’ bir ihmal bizi bir kez daha yanıltır. Doğru ile yanlışı, hayır ile şerri ayırt etmek yetmez. İlâveten, yanlışın da iki yöne ayrıldığını görmek gerekir. Zira yanlış ve şer, ‘ifrat’ ve ‘tefrit’ denilen iki ayrı cihette, iki farklı uçta tecellî eder. Meselâ, verilmiş olan aklı kullanmayıp âtıl bırakmak bir eksiklik olduğu gibi, onu veriliş amacı dışında—bilâkis, bu amacın aleyhine—kullanmak da büyük bir suçtur. Keza, yüzünü kâinattan çevirip ondaki ilâhî sanat cilvelerini tefekkür etmemek önemli bir noksanlık; kâinata küfrî bir nazarla bakmak ise cezayı gerektiren büyük bir şerdir.
Bu husus, Allah’ın belli bir alanda kabiliyetli kıldığı herkesi ilgilendirir. Nitekim, meselâ eli kalem tutanlar Allah’ın verdiği yazma kabiliyetini kullanmayıp heder ederlerse, Allah indinde mes’ul olacaklardır. Çünkü, bu açık bir ‘küfran-ı nimet’tir; verilmiş bir nimeti görmezden gelip üstünü örtmektir.
Ama öte yandan, bu kabiliyeti kullanıp meselâ yazılar yazmak da insanı sorumluluktan kurtarmaz. Çünkü, verilmiş kabiliyeti kullanmak yetmez; onu, veriliş amacına uygun biçimde kullanmak da gerekir. Küfrî şeyler yazan, veya yalnızca malayanî ve boş şeyler yazan her insan, bir kabiliyeti kullanmakla ödüllendirilmeyecek, verilmiş bir kabiliyeti ‘veriliş amacı dışında’ kullanmaktan dolayı hesaba çekilecektir.
Gelin görün ki, kabiliyeti veriliş amacı dahilinde kullanmak da insanı kurtarmaz.
Bu kez, kapıda yeni bir tehlike belirir: Şöhret.
Allah’ın verdiği kabiliyeti öldürmez, meselâ yazarsınız. Doğru bir amaç dahilinde, doğru şeyler de yazarsınız. Ve, okuyanlar nezdinde bir tanınmışlığa ulaşır, şu veya bu ölçüde şöhret olursunuz. Bu, yeni bir fitnedir sizin için. Çünkü, siz bir hakikata ayna olmuşsunuzdur; ama muhatabınız ola ki sizi ayna değil, güneş zanneder. Siz hatanızı ve kusurunuzu değil, dünyanıza sunulan bir güzelliği yazarsınız; ama muhatabınız ola ki sizi hep böylesi güzellikler içinde bilir.
Bu bakımdan, şöhret, insanın malı olmayan, ancak ve ancak Allah’ın ihsanı olan hakikat ve güzellikleri insanın kendine mal eder. Aynı şekilde, insanı, gerçekte kusurlarla dolu olduğu halde, kusurdan münezzeh imiş gibi gösterir.
Her iki yönüyle de, dehşetli bir belâdır. Zehirli bir baldır. Ayn-ı riyadır. Olmayanı var gibi gösterir; ve de olan kusuru gizler. Bu yüzden ikiyüzlülüğün ta kendisidir; bu bakımdan riyadır.
O yüzden, eli kalem tutan ve hasbelkader şöhret bulan hiçbir ehl-i dinin, o şöhrete beş para değer vermemesi gerektir.
Bilmeli ki, takdir edilen güzellik benim malım değil; Allah’ın mülküdür.
Bilmeli ki, bende, bilindiği anda kesinlikle takdir değil tekdir ve tenkid konusu olacak bir dizi kusur ve noksan bulunuyor.
Kendisini böyle görmemek çok tehlikeli bir yolculuğun habercisi olduğu gibi, kendisini böyle görmeyen muhatapların takdir ve iltifatını şahsına mal etmek de bu riya ve gizli şirk yüklü yola zaten girildiğinin habercisidir.
Ehl-i şöhretin, bu bakımdan, çok ama çok dikkatli olması gerektiğini düşünüyorum.
Açıkçası, Sâniimize, Sahibimize gitmeyen; yalnızca bizde kalan bir iltifata muhatap oluyor, üstelik bundan hoşlanıyorsak, hal ve gidiş hiç de iyi değil demektir.
Mü’mine düşen, ‘aldanış’ anlamına da gelen ‘gurur’a kapılmak değil; Süleymanvari, “Bu Rabbimin fazlındandır” diyebilmektir.
Ey nefsim ve ey nefisler, lütfen dikkat! (Karakalem-2005)