Üçüncü Said döneminin son demlerini yaşayarak Bediüzzaman Said Nursi’yi Isparta’da ziyaret eden ve sonrasında hayatını iman ve Kur’an hizmetinde geçiren son şahitlerden Hafız Ali Okur’un hizmet hatıralarını kendi eliyle yazdığı not defterinden aynen aktarmaya çalışacağız. 1950 sonrası hizmete giren halis Nur talebelerinin samimi duygularına hissedar olacağız.
Hafız Ali Okur 1933 Trabzon Vakfıkebir doğumludur. Babası Hafız Hakkı, annesi Şeküre hanımdır. Çok küçük yaşta hafızlığını Vakfıkebir’de tamamladıktan sonra babasının imamlık vazifesi için Sakarya’ya göç etmişlerdir (1940).
Hafız Ali Okur’un gençlik, askerlik ve hafızlık fotoğrafları
Sakarya’da Kur’an eğitimine zamanın meşhur kurralarından Asker hafızda devam etmiş ve eğitimini tamamladıktan sonra kurra hafız olarak İstanbul’da görev almıştır.
İstanbul’da aynı zamanda Hafız Saadettin Kaynak’tan (bestekâr) makam ve usul dersleri almıştır.
Sırası ile İstanbul, İznik (Narlıca), Elazığ (Baskil), Sakarya’da (Akyazı) görev yaptıktan sonra 1982 yılında malulen emekli olmuştur.
1954 yılında Ayşe hanımla evlenmiş biri kız olmak üzere dört çocuğu vardır.
1983 yılında dar-ı bekaya irtihal eylemiştir. Allah rahmet eylesin.
Kızkapan olan soyadını meslek ve meşrebe uygun olmadığından değiştirmek istediği zaman farklı tercihler arasında kura çekilecekken abiler tarafında Üstad Hazretlerinin resmi soyadı olan Okur’unda kuraya dahil edilmesi istenmiş ve çekilen üç kurada da Okur çıkması üzerine bu soyadı aile soyadı olarak değiştirmiştir.
İstanbul'da bir camide görevli olduğu sırada 1957'de ilk defa basılan Konferans Risalesini Isparta'ya Bediüzzaman'a götürüp, kendilerini ziyaret etmiştir.
Sizleri hizmet hatıraları ile baş başa bırakalım.
Risale-i Nur’u nasıl tanıdım?
1952 senesi idi. Gazeteler büyük başlıklarla bir haber veriyorlardı. Said Nursi’nin Gençlik Rehberi isimli bir kitabını üniversite talebesi bastırmış. Bir yaygara ki sormayın. Eserin yazarı Bediüzzaman’ı, eserini, o kadar zararlı tavsif ediyorlardı ki… Ben bu yazıları okudukça kafamda hep şu soru dolaşmaya başladı. Bu derece vatana zararlı bu işi yapan bir insan mahkeme huzurunda ne cevap verebilecek? Hep o noktayı takip ettim. Nihayet mahkeme günü gelip çattı. Abdulmuhsin şunu dedi: ”Şark ve Garbın birçok eserini okudum bu arada Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerinden Gençlik Rehberini de okudum hiçbir eser bende bu kadar tesir meydana getirmedi. Bu eser çok hoşuma gittiğinden müellifinin iznini almadan babamın gönderdiği harçlıktan arttırarak (başkalarının da istifadesi için) bastırdım.” Bu kahramanca itiraf karşısında düşünmeye başladım. Hararetle kitabı okudum. Gazetelerin o yazılarının hilafı hakikat olduğunu… Açık ifade ile milleti aldatmak için bir yalan olduğunu anladım. Kaderin cilvesine bak ki benim merakımı (benim gibi birçokların) tahrik eden, tetkike sevk eden de o yalanlar oldu. Gene o yıl Bandırma’ya gidecektim. Beyazıt sahaflar çarşısından geçerken “Bediüzzaman Said Nur Eserleri Meslek ve Meşrebi Müellifi Eşref Edip” fiyatı 250 kuruş hemen aldım. Yeni ve beyaz boya bir vapur, hava açık güneş, güvertede bir kayığın kenarına yaslandım. Sonra o küçük Tarihçedeki hakikatler benim mesnedim olmuştur. Gaflet sebebi ile ben Çemberlitaş’tan adliyeye gidip mahkemeyi takip edememiştim. Ancak cami imamı gitmişti. Hatta Üstadı da ziyaret etmişti. Hararetli hararetli anlatıyordu. “Bu zamanda bir alim var Said Nursi” diyordu. Teksir ve silik olduğu için ancak yarısını okuyabilmiştim. Bu Gençlik Rehberi idi. Fakat kalbimi kendine bağlamıştır. O temsiller hep zihnimde ve hayalimde kalmıştı. Askerde bir yüzbaşı emeklisi akşamları Risale-i Nur dersi veriyor dediler. Gittik ve çok istifade ettik. Askerden sonra da bir müddet İstanbul’da kalmıştım. Sonra Üstadı ziyaret. Risale-i Nur derslerine karar vermeliyim. Ne için? Allah rızası için. Zaten Risale-i Nur’dan O’nun rızasından gayrı bir şey de beklemiyoruz. Daha sonraları 56, 57, 58 ve daha sonraki yıllarda okumaya devam ettim. Hatta külliyatı yazdım (eskimez yazı) zira o zamanlar eserler matbaada basılmıyordu. Her ne ise bu yazma benim Risale-i Nur’u anlamama vesile teşkil etti. Elhamdulillah haza min fazli Rabbi. Şu fanide benim için en erişilmez paye Risale-i Nur’u mütalaa şerefidir. Risale-i Nur’u başka eserlere benzetemeyiz. O hayattardır.
Hafız Ali Okur’un kendi el yazısı ile yazdığı Sözler ve Lem’alar mecmuaları
Bediüzzaman’ın Hafız Ali’nin yazdığı kitabın sonuna kendi el yazısı ile yazdığı dua
Üstadı Ziyaret
1957 senesi idi. İstanbul’dan Zekai isminde bir kardeşimizle üstadımızı ziyarete gittik. İşitiyorduk Üstad Bediüzzaman Hazretleri herkesi kabul etmiyor diye…
Risale-i Nur İstanbul’da yeni yeni basılmaya başlıyordu. Konferans basılacaktı. Bizim çantada Konferans vardı. Ağabeyler Üstada tashihe göndermişlerdi.
İşte biz de buna güveniyorduk. Diyorduk ki bizim hiçbir vasfımız yok. Hiçbir hizmet ve meziyet sahibi değiliz. Yani Risale-i Nur’a hizmetimiz yok. Bizi kabul etmez. Belki bu Konferans hürmetine kabul ediliriz. Nitekim öylede oldu. O yüzden kabul edildik. Elhamdülillah Isparta’ya vardığımızda İstanbul’dan Üzeyir (Şenler) kardeş orada asker idi. Onunla görüştük. Üstada bildirildi. Üstad Hazretleri tebdil-i hava için dışarı çıktı. Bizim için “gelsinler” demiş ve araba ile gitmiş. Bizim önümüzde Tahiri ağabey 5-10 adım ilerde (Allah ona sonsuz rahmet etsin) kapıya vardık. Kapı içeriden sürgülü. Kapıyı rahmetli Zübeyir ağabey açtı. Dışarıda ve dik bir merdivenle yukarıya çıktık. Salonun sağ tarafındaki odaya tahtalara basarak geçtik. Yerde kilim yoktu. Orada Üstadın gelmesini bekledik. Bu arada Bayram ağabey, Zübeyir ağabeyi hatırlayabiliyorum. Konferansı birisi okudu birisi de tashihini yaptı.
Biz oturduk ve bu arada ikindi namazını kıldık. Çok heyecanlanıyoruz, Üstad geldi gelecek bekliyoruz. Kulak kesildik heyecan son haddine varmıştı. Biz hocalarımıza karşı saygılı onlar da vakur idiler. Risale-i Nur’u o zaman anlayamamakla beraber Üstadın ilminin çok yüksek olduğunu o nispette de yüksek bir zatın huzuruna çağrılacağımızı bekliyorken ve çağrılmıştık nihayet Üstad Hazretlerinin kapısının önüne kadar heyecan devam etti. Ancak odaya dahil olur olmaz o kudsi Üstadın samimi ve mübarek siması öyle bir his ve halet-i ruhiye verdi ki hemen orada bir kenara oturmak, hatta yatıp uzanmak içimden geldi.
Üstadın elini öptük ve oturduk. Hayret veren ikinci intibaım o zamana kadar o tarzda bir sima asla görmedim o zamandan sonrada. Tatlı, gül renginde ve tam pembe Üstad, beyaz bir renk, canlı ve hareketli, hayat dolu. Üstad hazretleri ilk başlarda o zaman manasız bulduğum şunu sordu: “Kardeşim annen baban var mı?” Cevabım var efendim. “Kendi kendilerini idare edebiliyorlar mı?” Cevabım: Ediyorlar efendim… O andaki idrak edememenin yanlışlığı ile ben bu kadar büyük zatı ziyarete geldim. O bana annemin babamın olup olmadığını, idare edip edemedikleri gibi haşa sümme haşa alakasız bir şeyi sordu- içimden- ne lüzumu var Demiştimd. Fakat sonra ne büyük hata ettiğimi, benim hayatımla o söz ne kadar merbut olduğunu şimdi şu anda dahi-yirmi sene geçtiği halde-hala o mübarek sözün geçerliliğini, tazeliğini muhafaza ettiğini itiraf ederim.
Biz karyolanın önünde diz üstü oturuyorduk rahmetli Zübeyir ağabey de Üstadın sağ tarafında çömelmiş Üstadın emrine hazır duruyordu. Ayakta da Zübeyir ağabeyin yanında asker elbisesi ile Üzeyir vardı. Üstad yanımda oturan Zekai’ye, “Kardeşim sen gelmese idin sana telgraf çekip seni isteyecektim. İyi ettin geldin.” Sonra ikimize “kardeşim ben sizi burada alıkoyacaktım fakat burada bunlar benim yanımda nasıl ise ben sizi Ahmet Aytimur’un yanında öyle kabul ediyorum” dedi. Yol paramız olup olmadığını yol paramızı vermek istediğini söyledi. Var efendim dedik. Tren olup olmadığını, saat kaçta olduğunun sorulmasını istedi. Zannediyorum trene bakmaya rahmetli Ceylan ağabey gitti. Sonra Üstad Hazretleri tereyağlı kurabiye (bir kese kâğıdı) aldırdı. Bir kavanoz zeytin doldurttu içine zeytinyağı ve limon kesilerek konan zeytini biz yedik. Yakınlarımıza da diğer kurabiyeleri (birer, ikişer) dağıttık. Yine Üstad bize 50’şer veya 75’er kuruş vermişti. Onu da aynı şekilde bir şeyler alıp dağıtmıştık. O mübarek parayı saklayamadım düşünemedim. Vaesefa…
Ağabeyler adeta seferber olmuşlardı. Kim hangi işi yaptı ben mahcubiyetimden bilemedim. O anda kâinat ile alakalı bir hizmetin sahibini meşgul etmemek ve Risale-i Nur’u okumak duyguları benliğimi sardı. Biz müsaade istedik Üstadın elini tekrar öptük. Odanın yarısına kadar gelmiştik ki Üstad Hazretleri “Kardeşim Hafız Ali’nin vefatından sonra onun yerine birisini bekliyordum. O sen imişsin” dedi. Başımı kucağına aldı ve başımı okşadı. O kadar mesut idim ki istasyona geldik adeta yürümedik uçma uçtuk. Tren kalkıncaya kadar merhum Ceylan ağabey bizim yanımızda idi ve trende rahmetli Sıddık Süleyman ağabey de vardı. Ziyaret ve yolculuk arkadaşım Zekai “Sen otururken (yani üstadın huzurunda) bir şey fark ettin mi? Neyi? Üstadın yüzünü.” Evet görmüştüm fakat belki ben öyle gördüm yahut bana öyle gelmişti diye dememiştim. Evet, Üstadın zayıf ve uzunca olan yüzünü dolgun ve adeta yuvarlak resmi dolunay şeklinde görmüştük. Fesuphanallah hayret ifadeleri ile birbirimize nakletmiştik. Ay gibi hayret ki hayret… Maddi güneşimizin ışığını yansıtan ay gibi. Manevi güneşimizin nurunu aksettirmesinden midir?
Bir Hatıra
1957 seçimlerine yakın bir sırada Ahmet Aytimur ile Hulusi ağabeyi ziyarete gitmiştik. Üstad Hazretleri haber göndermiş, selam etmiş. Emir buyurmuştu ki DP’nin seçimi kazanması için bütün kuvveti ile çalışsın. Hulusi bey de biz vardığımızda durumu bize anlattı ve civar vilayetleri dolaşıp yeni geldiğini söyledi. Üstad “bütün kuvveti ile” diye buyurmuş ellerini iki yana açarak “bütün aczimle” dedi. Mesele açıktı tehlike vardı. Kısmen tehlikeyi bertaraf etmek için DP yeniden seçilmeli ve iktidarda kalmalı idi. Öyle de oldu sonraki hadisat malum. Halk Fırkasına karşı DP’yi tutmak diye emir dışına mı çıkacağız? Vakıa… çok mühim imani mesaili içinde siyaset çok küçük kalır. Belki 100’üncü derece. Ama Kur’an, İslamiyet, Vatan hesabına, menfaatına Üstadı küllün emri varsa (bizce var) “Lebbeyk ya üstadene” demeyecek miyiz? Onlar şeyhlerinin hayal ve rüyalarına itaat ettikleri kadar Hak diyen Nur üstadın Bila kayd-ü şart itaat etmeyecek miyiz?
Hizmette İstihdam
Risale-i Nur’un himaye altında olduğunu gösteren ve bu hizmette istihdam olunduğunu gösteren çok ikramlar gördüm. Aciz Nur’a hizmet edemediğim halde inayet ve ikramlardan birkaç tane arz ediyorum.
1958 senesinde Elazığ Baskil kazasında hizmet için bulunuyordum. 3-4 yaşındaki kız çocuğunu durduramıyoruz. “Bediüzzaman dedeeee Bediüzzaman dedeee” diye pencereye tırmanıyor. Asla durduramıyoruz. Bu çocuğa ne oldu? Sesi çıktığı kadar bağırıyor durmuyor o pencereden o pencereye koşuyor. “Bediüzzaman dedeee…” Bir iki gün sonra büyük Tarihçe-i Hayat geliyor. Sonsuz seviniyoruz. Zira o zamana kadar böyle matbu orijinal basılmamıştı “Nurlarımız.” Tarihçe-i Hayat hem mufassal hem göz nuru gibi güzel. Sevincimiz ve çocuğun birkaç gün evvel bağırarak “Bediüzzaman dedeee” diye büyük Tarihçe-i Hayatı istikbali. Hiç unutmam her Tarihçe-i Hayatı elime aldıkça hatırlarım.
Sözler kitabının ilk baskısı Hafız Ali’nin elinde
İkinci olarak yine Baskil’de merdiven başında oturduk yemek yiyorduk. Yeni yürüyen çocuğum Nuri Sait acaba çocuk şu parmaklıklardan sığar mı? Aklımdan geçiriyorum konuşuyoruz derken çocuk birden aralıktan geçip yüksekten aşağıya düşüyor. Merdivenin dip kısmına oradan da betonun üzerine vuruyor. Sırt üstü ve hareketsiz yatıyor. Öldü mü? Ölü gibi cansız ses, hareket yok. Annesi kırık veya kan arıyor. Ben bakıyorum başı üstü yüksekten gitti. Şimdi ağzından kan gelecek diye beklerken gülerek gözlerini açıyor. Katiyen bir şey olmamış gibi oynamaya başlıyor.
Üçüncü olarak buna benzer bir vakıa daha… En küçük oğlum İsmail de üç tekerlekli bisikletle oynuyordu birden bisikleti doğrudan merdivene doğru sürdü ve doğru aşağıya gitti. 15-16 basamak yüksekten uçtuğu halde burnu kanamadığı gibi bir tarafında da orada ufak bir çizinti bile olmadı. Bu da benim yakın kanaatim ile öbür iki olay gibi bir inayet ve Risale-i Nur’un bir himayesi olduğuna asla şüphem yok.
Bekir Berk yine yollarda hizmet erleri ile sohbet ediyor
Miladi 1967. O yıl kardaşlarımız okullara din dersleri konulması için ahaliden imza toplayıp dini konferanslar verdiriyorlardı. Ehli dünya telaşlandı ve bir plan hazırladılar. Planlarını tatbik için fırsat kollamaya koyuldular. Tam o planın tatbik edileceği sıralarda çok şiddetli bir zelzele oldu. Biz acizlerde mana sultanı Üstadımızın Medrese-i Yusufiye dediği hapishanede tayin olan rızkımızı yemek için girdik. Ancak şahsımız bu hadisede mühim değildi. Şüphesiz ancak adi şahsiyetlerimiz vesile edilerek Risale-i Nur’a, itirazlarına Küre-i Arz itiraz ettiğine şüphemiz yoktur. Bunlar asla bizim nefsimizin meziyetine delil değildir. Bilakis kâinatı kendi ile alakadar eden büyük bir eserin (Risale-i Nur) bizim gibi biçarelerin elinde bulunması hem büyük bir nimet hem de kıymetini takdir edip şükretmemiz gerekir.
Maznunların beraat haberi İttihad gazetesinde