Malumunuz bir yolculuğa çıkarken duraklar, dinlenme molaları ve istasyonlar olur. Sonsuzluk ülkesi yolculuğu esnasında da belirli istasyonlar vardır. Bu istasyonlardan biri de ölümdür. İnsanları en çok etkileyen ve meşgul eden ölümdür. Dünya kurulduğundan beri insan, “ölüm düşüncesi, karşısında şaşkınlığını, üzüntüsünü, korkusunu yenememiştir. Bu yüzden insan hep ölümsüzlüğün yollarını aramış, peşinde koşuşmuş durmuş. Hatta ölümsüzlükle ilgili efsaneler uydurulmuş, masallar anlatılmış, hikâyeler yazılmış.
Zaman zaman içinde bulunduğumuz bu asırda bile, dünyanın bazı ülkelerinde, ölüme çare bulmak için araştırmalar yapıldığını duyur ve okuyoruz. Ölümsüzlüğün ilâcını aramak, ölümden korkmanın ve ebedi kalma arzusunun bir göstergesidir. Çünkü ahirete inanmayanlar için ölüm, eşinden, çocuklarından, dostlarından, yakınlarından ve bütün sevdiklerinden bir daha görüşmemek üzere ebedi bir ayrılıktır!..
Hâlbuki doğan “her canlı ölümü tadacaktır.”[1] buyuruyor Yüce Allah! Bu dünya için “fânî” sözü boşuna kullanılmamıştır. Dünya, insan için iki kapılı bir handır. Bir yolcunun hana gelip bir müddet konakladıktan sonra, handan ayrılması gerektiği gibi, insan da bu dünya hanında belirli bir müddet konakladıktan sonra, sonsuzluk ülkesine gitmek üzere yoluna devam edecektir. Bu öyle bir yolculuktur ki, önüne geçmek ve kurtulmak mümkün değildir”[2]
Sazıyla, sözüyle ve şiirleriyle, meşhur Âşık Veysel’in, “Uzun ince bir yoldayım / Gidiyorum gündüz gece” isimli şiirinde “hayatı uzun ve ince bir yola benzetmesi, insan hayatının başı ve sonu olmayan bir yol, ya da yolculuk olduğunu, bu yolculukta insanın, kendini bulduğu, tanıdığı ve geliştirdiği anlatılmaktadır. Çünkü yola çıkmak; artık eskisi gibi olmamayı, yenilenmeyi ve başkalaşmayı da beraberinde getirmektedir. Bu yolculukta aynı zamanda yeniden bir doğuş süreci olan ölümün olduğunu da anlıyoruz ki, bu göç ya da ölüm, Âşık Veysel için yeniden bir doğuş olmuştur.” “Yetişmek için menzile / Gidiyorum gündüz gece” mısralarında ise bu yolculuğun, başı ve sonu olmayan, ebedi bir yolculuk olduğunu ve bu yolun önüne geçilemeyeceğini anlıyoruz.[3]
Bu ölüm yolculuğun önüne geçilemeyeceğini ifade eden Halveti tarikatının Niyâziyye veya Mısriyye kolunun kurucusu, büyük tasavvuf edebiyatı ustası şairlerinden Niyazi-i Mısrî’ ise şöyle diyor: ‘Dil bekası, Hak fenâsı istedi mülk-ü tenim,/Bir devâsız derde düştüm, âh ki Lokman bîhaber.'
Yani “benim kalbim bütün kuvvetiyle beka, sonsuzluk istediği halde; hikmet-i İlahiye, cesedimin harabiyetini, yıkılmasını iktiza ediyor, gerektiriyor. Lokman Hekim’in dahi çaresini bulamadığı dermansız bir derde düştüm;” şeklinde dile getirmektedir. Ve yine “Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere, / Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber” mısralarında ise ömrü bir binaya, her günü o binanın bir taşına benzeterek, her geçen gün ruhun binası olan bedenden bir taşın düşmesiyle bu binanın yıkılmaya yüz tuttuğunu ve bunun önüne geçilemeyeceğini ifade etmektedir. [4]
Hz. Mevlânâ ise sonsuza giden bu yolculukta “bedenin bir binek olduğunu, ruhun ise onu yöneten ve yönlendiren bir sürücü olduğunu; binek ömrünü tamamladıktan sonra bu dünya yolculuğunun da son bulacağını” ifade eder.
Yine Hz. Mevlânâ ölümü; düğün gecesi ve sevgiliye kavuşmak anlamına gelen “Şeb-i Aruz” olarak ifade etmiştir.
Meşhur Alman şairi Goethe ise, “Keşke kader sevdiği herkese hayatına benzer bir ölüm verseydi” ifadeleriyle içindeki ayrılık acısını ve üzüntüsünü, hayatın sadece bu dünyadan ibaret olmadığını ifade etmeye çalışır.
İnsanın en temel ve zayıf noktalarından birisi şüphesiz ölüm hakikatidir. Çünkü ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem alehisselam ile başlayan insanlık tarihinde, çok şey değişmesine rağmen, her gün yüz binlerce insanın bu dünyadan göçüp gitmesi ve kabir kapısının kapanmaması, ölümün değişmediğini, bilakis sürat peyda ettiğini, bunun en açık bir şahididir. Fakat yaratılış itibarıyla insana ebediyet duygusu verildiği için ölmek istemiyor; hep ebedi yaşamak istiyor. Onun için ayrılıklara dayanamıyor, elem duyuyor; kabre girip, akreplere, yılanlara, çıyanlara yem olmak istemiyor.
“Evet, içinde yaşadığımız bu şehri, bu ülkeyi, bu dünyayı yüz defa mezaristana boşaltan ölüm hakikati ve gerçeği elbette hayattan ziyade bir istediği var. Tamamen yok olmaktan, toprak olmaktan, yılanlara, çıyanlara, akreplere yem olmaktan kurtulmak çaresi; her insanın, her meselesinin fevkinde en büyük, en ehemmiyetli, en lüzumlu, zaruri ve kat'î bir ihtiyacıdır.” [5]
“İnsanın ebede, sonsuza uzanmış emelleri, istekleri ve kâinatı ihata etmiş, kuşatmış efkârları, düşünceleri ve ebedî saadetin envâına yayılmış arzuları gösterir ki, bu insan ebed için, sonsuzluk için halk edilmiş, yaratılmış ve ebede, sonsuzluğa gidecektir. Bu dünya ona bir han, bir misafirhane ve âhiretine bir intizar, bir bekleme salonudur.”[6]
İnsanın fıtrat-ı zîşuuru; yani bilinçli, şuurlu olan vicdanı, ebedi saadetin olduğunu gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlese, "Ebed, ebed!" sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede, sonsuzluğa karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahlûktur, yaratılmıştır.[7]
İnsan, bâki kalmak için bâki bir âleme girecek ve o bâkilere refakat (arkadşlık) için ebede gidecek. Eğer insan ebede gidip bâki kalmazsa, fıtratındaki cemâl-i sermediyeye (sermedi ve daimi güzelliğe) karşı olan esaslı muhabbet, düşmanlığa dönüşecektir. Madem insana ebedi kalma duygusu verilmiş öyleyse insan ebede gidecek ve ebede namzettir. Çünkü “Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi.”
Ayrıca “İnsan, kâinatın ekser envâına muhtaç ve alâkadardır (ilişkilidir). İhtiyâcâtı (ihtiyaçları) âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeye müştak olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâli de görmeye müştaktır. Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyaret etmek için o menzilin kapısını açmaya muhtaç olduğu gibi; berzaha göçmüş yüzde doksan dokuz ahbabını ziyaret etmeye muhtaçtır.” Peki, insana verilen bu duygu, arzu ve istekler ne ile ve nasıl gerçekleşecek? diye bir soru akla geliyor? [8]
Madem bu kâinat insan için halk edilmiş ve insan ise marifet ve muhabbet-i İlâhiye için yani Allah’ı tanımak ve sevmek için yaratılmış. Ve madem bu kâinatın Hâlıkı, esmasıyla sermedîdir (daimidir, sonsuzdur). Ve madem esmâlarının cilveleri daim ve bâkî ve ebedî olacaktır. Elbette ve herhalde insan bir dâr-ı bekàya gidecek ve bir hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaktır. Bunun yolu da mevtten, ölümden geçer.[9] Ve ölüm hakikatiyle gerçekleşecektir.
Çünkü ölüm olmadan bunların hiçbirinin gerçekleşmesi mümkün değildir. Adeta bir öğrencinin okul okumadan diploma alamaması ve işe girememesi gibi. Eğer bir öğrenci diploma almak istiyorsa bir eğitimden geçmek, bir okulu okumak zorundadır. Şayet bir insan da ebedi, baki ve sonsuz bir ömür yaşamak istiyorsa, bunun yolu ölümden geçer.
Bir şey gelişme kanununa tabiyse, o şeyde ister istemez gelişme ve büyüme olacaktır. Gelişme ve büyüme varsa, onda ister istemez fıtri bir ömür de olacaktır. Fıtri ömrü varsa, ister istemez fıtri bir eceli de olacaktır. Yapılan geniş araştırmalar da gelişen ve büyüyen şeylerin, ölümün pençesinden kurtulamadıklarını ortaya koymaktadır. Evet, insan doğan, büyüyen ve gelişen bir varlık olduğuna göre o da ölümün pençesinden kurtulamayacaktır.[10]
Ölüm o kadar kat'î, zâhiri ve açıktır ki, bugünün gecesi ve bu güzün kışı gelmesi gibi ölüm dahi başımıza gelecek. Bu dünya menzilinin ve içinde oturan insanların ahvâline dikkat edilirse anlaşılıyor ki, bu dünya ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil değildir. Ancak Cenâb-ı Hakkın ebedî ve sermedî olan Dârüsselâm menziline (selamet ve güven yeri olan ahiret âlemine) dâvetlisi olan mahlûkatın içtimaları için bir han ve bir bekleme salonudur.[11]
Ölümün kaçınılmazlığına rağmen birçok insan gafletle bu dünyada ebedi kalacakmış hissiyle kendini kandırmaya çalışıyor. İnsan geçmişin hatıraları ve geleceğin hayalleri üzerine kurulu pek uzun bir ömre sahip olduğunu zanneder. Oysa onun hakiki ömrü sadece içinde "bulunduğu an"dır. Aklen ölümlü olduğunu bildiği halde fakat hisleri itibarıyla sonsuza dek uzun bir ömre sahip olduğunu zanneden insanı, Bediüzzaman devekuşuna benzetir. Devekuşu "avcıyı görür, uçamıyor; başını kuma sokuyor, ta avcı onu görmesin. Koca gövdesi dışarıda; avcı görür. Yalnız o, gözünü kum içinde kapamış, görmez."[12] Aynen bu misalde olduğu gibi ölümü düşünmeyip başını gaflet kumuna sokanlar da ecel cellâdının elinden kurtulamayacaktır. “Artık demir almak günü ve zamanı gelmişse, gemi bu limandan kalkacaktır.”
Sonuç olarak
Allah’a ve Ahiret gününe inanan ve ölümü düşünen; "Lezzetleri acılaştıran ve tahrip eden ölümü çokça zikreder.” Her şeyin üstünde fena ve fani damgasını görür, okumaya çalışır. Ölümün herkes için bugünün gecesi ve bu güzün kışı gibi kesin olduğuna inanır. Ölümsüz ve başıboş olmadığını, bu dünyaya bir vazife için gönderildiğini bilir. Gururu bırakır, Yaratıcısını düşünür, kabre gideceğini bilir ve ona göre hazırlığını yapar. "Rabbine karşı olan kulluk görevlerini yerine getirmede itina ve ciddiyet gösterir.
Cenab-ı Hak bizleri hakkıyla inanan ve kulluk görevlerini itina ile yerine getiren kullarından eylesin.
[1] Ankebût Suresi, Ayet 60.
[2] Vedat Ali Tok, diyanet dergisi
[4] 26. Lem’a, 3.Rica, S. 356
[5] İman Ve Küfür Muvazeneleri/Meyve Risalesi, (s:209)
[6] 10. Söz/11. Hakikat/ (s:135)
[7] (29. Söz, 2. Maksat/2. Esas, 8. Medar (s:705)
[8] Sözler/Yirmi Üçüncü Söz/İkinci Mebhas/Birinci Nükte (s:428)
[9] 30.Lem'a/Altıncı Nükte/Beşinci Şua, (s:637)
[10] Yirmi Dokuzuncu Söz/İkinci Maksat/ Dördüncü Mesele (s:716)
[11] Mesnevî-i Nuriye/Lâsiyyemalar/ (s:62)
[12] Sözler, s. 155)